İyinin içe alınmasını sabote eden ve iyinin içselleştirilmesine hizmet eden kuvvetli bir duygu:Haset

Haset, yalnızca öfke değil; çoğu zaman fark edilmeyen bir yoksunluk halidir.”

— Susan Kavaler-Adler

Haset, psikanalitik kuramda en erken, en ilkel duygulardan biri olarak ele alınır. Melanie Klein, 1957 tarihli makalesinde haseti, “iyinin içe alınmasını sabote eden” bir kuvvet olarak tanımlar. Yani sadece bir başkasının sahip olduklarına öfkelenmek değil; aynı zamanda içeriye iyi bir şey alma kapasitesinin bozulmasıdır söz konusu olan.

Susan Kavaler-Adler da bu görüşü derinleştirir. Ona göre haset, temelinde bir yoksunluk duygusu taşır. Açlık, doyumsuzluk ve içsel boşluk… Bu duygular, dışarıdan gelen her iyi şeye karşı bir tepki üretir: çünkü gelen şey, olmayanı hatırlatır. Tüm iyilik, tüm umut, tüm yaratıcılık—sanki içsel boşluğu hatırlattığı için sabote edilir. Klein’ın ifadesiyle, iyi nesneye yönelik bu saldırganlık, suçluluk ve suçlulukla baş edememe durumunu da beraberinde getirir. 

Kimi zaman bu, annenin “memeyi kendi için aldığına dair” bilinçdışı bir algı gibi yaşanır. Bende yoksa, sende de olmasın duygusu gelişir. Böylece hem dışarıdaki nesneye hem de kişinin kendi kapasitesine zarar verebilecek bir yıkıcılık ortaya çıkar.

Thomas Ogden ise, zihinsel gelişimin ilk evresinde doğal bir bölünme olduğunu söyler: hoş olan ve hoş olmayan. Zihin zamanla bu iki kutup arasında bir entegrasyon kurar. Ama haset, bu süreci sekteye uğratabilir. İyi nesneden beslenebilmeyi, iyi bir kaynağı kendimizle özdeşleştirebilmeyi engeller.

Haset, aslında bir gelişimsel eşiktir. Bastırıldığında değil, tanındığında dönüşüm başlar.

Ve içsel eksiklik kabul edildiğinde, dışarıdaki iyi nesne artık tehdit olmaktan çıkar. Sağ kalır. Yani hasetin yıkıcı etkisi azalır, içselleştirme mümkün hâle gelir. Çünkü kişi, içerideki eksikliği fark ettikçe; o eksikliği taşıyan, yas tutan ve ihtiyaç duyan yanıyla temas kurmaya başlar. Bu yanımızın sağ kalması her terapötik süreçte baş hedeflerden biridir. Çünkü bu iyi nesnenin sağ kalmasını, içselleştirilmesini ve korunmasını mümkün kılar. Ve elbette kendi içimizdeki iyi nesne ile beslenmemizi mümkün kılar.

Bakım veren-bebek ilişkisindeki bu eşik oldukça ilgi çekici. Nasıl ki tüm canlılar için bakım verenin temel görevi yenidoğanı dünyada hayatta kalmaya hazırlamaksa, insan canlısı için de bu temel görev, yenidoğanın ruhsal olarak hayatta kalabilmesi için iyi nesnelerin sağ kalmasını sağlamaktır. Bir açıdan da ‘iyi nesnelerin hayatta kalması’ görevi göründüğü üzere tam anlamıyla iki kişilik bir görevdir. Ne tek başına annenin ne de tek başına bebeğin yapabileceği bir şey değildir. Bu da bize son zamanlarda yıkıcılığın gölgesinde hissettiğimiz yaşamın bir diğer yönünü, yani dayanışmayı hatırlatıyor. İhtiyaçlı olmak, yoksun olmak bizi dayanışmaya sevk ederek başka türlü ulaşılamayacak bir yakınlığı deneyimlememize ve hayatlarımıza anlam katmaya yardım edecektir. Ve elbette, bir mecburiyet olarak, mutlaka: Sağ kalmamıza ve sağ bırakmamıza.

 

Yorum bırakın