Yeşil duvarlı, her köşesinde saksı olan, yan odasındaki mutfaktan annemin yemek yaparkenki tabak çanak seslerinin eşlik ettiği odamın , çok sevdiğim gibi apaçık bir mavi olan penceresinden havayı izliyorum. Gözünüzde canlandırmak için böyle anlatmıyorum, odama her baktığımda ilk bunları düşünüyorum zaten. Babamın vefatının ikinci yılında annemle tüm evi boyamaya karar verdiğimiz o yazı anımsıyorum. Galiba en sonunda annemde evi canlandıracak bir iki duygu sezmiştim. O duvarın yeşili o yüzden bana hep çiçeklenecekmiş gibime gelir. Gerçi bilmiyorum okulda, çizgili defterinin her boşluğuna çiçekler çizen bir sıra arkadaşım var, belki ondan da isteyebilirim. Bir iki tane çiçek çizmesini duvarıma. Başta ne gerek var bu kadar renkli kaleme, dinle dersi, çarpık çarpuk yaz geç işte kızım! Diye düşünüyordum. Dedim ya işte, duvarımın yeşillenmesene yani annemin canlılığına ihtiyaç duyana kadar. Şimdi onun yaptığı çiçekleri kendi duvarımda hayal ediyorum. Bir tane uzuuun saplı ortası sarı mor var. Ona bayılıyorum. Yani o beni böyle görür mü zannetmiyorum. Cepli pantolon, kıvırcık saç ve dikdörtgen gözlükleriyle ben benim işte. Başka biri olabilir miyim bilmiyorum. Belki onun için olabilirdim. Sezin için. Düşüncelerimi delercesine bir sis kümesi pencereme doğru yükseliyor ve içinden savaş narası atar gibi bir arı çıkıyor. Onun elinden öpüp tebrik etmek, yere çakılmayacağını bilsem boynuna bir iki madalyon takmak istiyorum. Böyle bir coşkuyla çıktı ki sisin içinden. Kovanını merak ediyorum. Nerede yaşıyor? Sanki bu arı kovanlar arası bir görev içinde olan bir ajan gibi. Bir izi takip ediyormuş gibime geliyor. Bir adım atsam ayağımın bahçeye deyeceği penceremden dışarı atlama maceralarım için yatağımın altına sakladığım ayakkabılarımı geçirip fırlıyorum. Kapıdan da çıkabilirim. Ama o zaman fııırlamak olmaz. Annem böyle detayları görmez zaten. Sisin geldiği yeri sürekli buhar yapan gözlüklerimin ardından izleyip ona doğru koşuyorum. Rüzgarı o kadar yoğun içime alıyorum ki dışarı çıkarmakta zorlanıyorum. Sisin azaldığı yerlerde bir karıncanın antenine rastlıyorum. Gözlerimi kırpacak olsaydım sıra halinde izledikleri yolu göremeyecektim. Yere çömelip peşine takılıyorum. Bir göz kırpışımla anı durdurup öne arkaya hareket eden bacaklarını, havada öne doğru yönelen antenini kaydediyorum. Nereye gidiyorlar diye düşünürken kafama dank ediyor. Giden benim. Onlar muhtemelen bir yere geliyorlar. Evlerine. Kendimin gittiğini ve uzaklaştığını gerçeğini görmek istemeden onların gelişine odaklanıyorum. Bunları düşünürken zihnimi bölerek bir yandan hızlı hızlı uzaklaşan karınca zincirine eğiliyorum. Saatler geçiyor. Karıncaları tek tek spot ışığına alan güneş ışığının akisleri sönmeye, kaybolmaya başlıyor. Sürüyü takip ederken metrelerce çimeni eziyorum, böceği savuruyorum. Aceleci hallerine bir daha bakıp ‘nereye gidiyorlar?’diye düşünüyorum. Hep eve geliyorlar diye seslice yanıtlıyorum bu sefer. Onlarla birlikte yakınlaşmaya başlıyorum ben de. Gözlük buharını temizleyip çömmekten gerilen bacaklarımı esnetmek için ayağa kalkıyorum. Bir tane sola tekme bir tane sağa tekme derken ensemde soğuk bir damlanın ürpertisini hissediyorum. Telaşa kapılıyorum birden. Hemen çömeliyorum yere. Ama sıra yok. Düzen bozulmuş. Takip ettiğim karınca sırasının bir sağına bir soluna sıçrayarak düzeni geri getirmeye çalışıyorum. Damlalar hızlanıyor. Gözlüklerimdeki buhar artıyor. Uyandığımda bir ağacı kucaklar gibi hissediyorum. Kollarımın arasında, yerdeki yapraklarından tanıdığım bir incir ağacının gövdesindeyim. Başımdaki şişliğe gidiyor elim. İlk kez bu kadar yakında hissediyorum. Evden çok uzaktayım. Gecenin tam ortasında bacaklarımı, kollarımı esnetiyorum. Kendi kendine bırakılmış hissetmiyorum bu sefer. Gerçi bu aşamada kendimi ikna etmeye çalışıyorum sürekli. Geçmiş yaşamımın ne olduğuna ve kim olduğuma. İncir ağacını incelemeye koyuluyorum, kendine bırakılmış her çocuk gibi. Bedenindeki yuvaları gördükçe içimi sıcaklık kaplıyor. Nasıl bir ağaçsın sen yüce ağaç diye başta arıya yaptığım güzellemeleri ağaca yapıyorum. Gecenin soğukluğu karşısında başka bir şeye odaklanamaz hale geliyorum. Bu kadar soğuk ağustos mu olur ? Gerçi ben on üç ağustos yaşadım. Belki bu başka bir ağustostur. Bu düşünce bana yabancı geliyor. Etrafımda tanıdık bir şeyleri tutma çabam devam ediyor. Ve ağacın gövdesinde minik antenleri görüyorum. Ve ‘evet diyorum, bu başka bir ağustos’