İçsel hayaletler

İnsan ilişkisel bir varlık olduğu için, bedeninde hissettiklerini de hep içinde nesne ilişkisi formatına dönüştürür. Örneğin bebek, acıktığında besinin gelmesi geciktiyse, bunu nefret edildiği, ötekine çok geldiği, ona zarar verdiği şeklinde deneyimler.

Dünyaya gözlerimizi açtığımızda denkleştiğimiz her şeyle ilişki kurabilmek için, onların dışarıdaki varlıklarıyla bazen bağlantılı bazen bağlantısız olarak içeriye alıp, öyle temas edebiliriz.

Aslında, dışarıda nesne öyle değilse bile biz onu, bilinçdışındaki kaynayan alanın yönelimi, baskısı neyse ona göre içeri alırız. İçeriye aldıklarımız ‘içsel hayaletler (Bollas, 1992)” olarak hissedilir.

Bu hayaletler, dışarıda onları uyandıracak bir şeyle karşılaşıldığında uyanır, canlanır. İçerideki nesnenin yapısı neyse; bazen bizi acıtacak şekilde, bazen bize umut, coşku verecek şekilde.

İçsel hayaletler, içsel nesnelerdir.

Dolayısıyla bir insanla, bir müzikle, romanla, alıntıyla, sosyal medya paylaşımı ile, bir tat ile, görüntü ile karşılaşmak içeride ona karşılık yatan bir hayaleti uyandırır.

Ve ‘buluşma’ ya yol açar. Öyle ki bazı insanlara, müziklere, resimlere sımsıkı sarılıp içimize almak isteriz. ‘ Bu, çok benden.” Deriz.

Gerçekten de insan, içerideki hayaleti yaşama döndürme şansı bulunca, eğer gücü de varsa, ona tutunuyor.

İnsan, yola çıkmaya hazır bir gemi görünce rahat duramaz, içinde bir şeyler kıpırdamaya başlar. Hemen atlayıp uzaklara açılmayı düşler. Zaten uzak gibi görünenler, hayaletlerin canlanamadığı, yani anlamlandırılamayan yapılarıdır.

Kendi içimize açılabileceğimiz nesneleri görmeye başladık mı, onları kullanabilme kapasitemizi de geliştirip, kendi içimizde yol almak için bir yerden ‘başlarız.’

Yorum bırakın