Duygulanım akışını içeren düşünsel yazılar, yazardan okura “bir özne olarak kelimelerin arasında yaşıyorum. Takılmalarımı, yutkunmalarımı, nefes alışımı duyabilirsin. Bak bir nokta koydum şimdi yeni bir kelimeye geçiyorum, iki nokta koydum akışı durdurup sana başka bir kanal açıyorum” hissini uyandırıyor. Bu anlamda çok özgün bir kuramcı olduğunu düşündüğüm Christopher Bollas, kendi deneyimi ile bağlantılandırmadan yazmadığını söylemişti. Ursula Le Guin’den de ‘bildiğini yaz’ cümlesini hatırlıyorum. İkisi birleşince deneyimden bağımsız olan her yazınsal ürün cansız kalıyor sanki. Bu yüzden okur olarak yazım yanlışlarına, devrik cümlelere çok takılmıyoruz galiba. Yazarın da kusurlarını heyecanına veriyoruz. Ve kusurlarından, onları hamlığı ile paylaşmasından dolayı müteşekkiriz.
Şöyle düşünüyorum, kendi bilincimizle bizi sınırlayan bir dünyada, ötekinin bilincini paylaşabilme yetimiz insanlığımızı oldukça genişletiyor. Ve böylece yaşamda biz de genişleyebiliyoruz. Küçücük, dar görüşümüzle derin bir anlayış, kavrayış geliştirebiliyoruz. Başka türlüsünü çok bilemiyorum. Anlayış ve kavrayış olarak işaret etmeye çalıştığım sürecin de ağırlıklı olarak duygulanımsal bir biçimi olduğunu düşünüyorum. Agresif, heyecanlı ve mahmur bir kaynaktan ötekinin asla tam olarak kavranamaz dalgalarına doğru… Duyguları deneyimleme bicimimizde benzerlikler, örüntüler olsa da asıl deneyimimiz her zaman bize özgü. O yüzden tam bir ‘anlama’ belki mümkün değil, fakat anlayış , yani ötekinin özgün farklılığına olan ince ve derin kavrayış ile, mümkün olabilir. Olabilir ki yazıyoruz, tweet atıyoruz, post paylaşıyoruz herhalde…

Yorum bırakın