
Kendi dışımızdaki iyi bir şeye tutunma ihtiyacımız yaşamın sürekliliğindeki aksamalarla daha da belirginleşiyor.
Başlangıçta kendi iyiliğimiz ve kötülüğümüz üzerinden algıladığımız bir yaşamımız varken zaman içerisinde dış olayların etkisiyle algımız değişiyor.
Böylelikle kendine kapalı ama bir yandan da kendine yıkıcı olan bir dünyadan çıkmak için teşvik ediliyoruz, birbirimizin öznelliklerine az çok değebildiğimiz bir yaşamın içine giriyoruz.
Ve sürekli olarak kendi yaşamımızın geçiciliği içerisinde ötekinin kendimiz için anlamını aramak, onda kendi anlamımızı aramak gibi girişimlerimiz oluyor.
Kendimizi hayata tanık tutmaya çalışıyoruz. Dünyadaki kötülükle birlikte iyi bir şeyin de var olduğuna ilişkin inancımızı sabit tutabilmek için çabalıyoruz. Bu noktada bizden farklı ve daha büyük bir şeye yönelme ihtiyacı duyuyoruz.
Isca Salzberger bunu gönül genişliği kavramıyla anlatır. O genişliğin içinde kendimiz gibi olabileceğimiz; kendimiz olduğumuz için kabul, sevgi, onay alabileceğimiz bir düzeneği arıyoruz.
Ve biz göçsek de bizim dışımızdaki bu iyi ve büyük şeyin bizim gitmemizle yok olmayacağını bilmek güvenimizi oluşturuyor.
Yani sanki nesne de (dünya, varlık) olmasa ben de olmasam ‘iyi’ hayatta kalmaya devam edecek. Hayatın kendisiyle, kendisine içkin bir şekilde, gibi sabit bir algının oluşmasıyla ilgili.
Dayanışmayı da o iyiyi yaymaya ve genişletmeye yönelik çabamız olarak okuyabiliriz.
…..
“Ömrümüzün sonuna doğru fiziksel gücümüz azalırken, evrendeki yaşam gücünün kanıtı olan ve kendi ömrümüzün ötesinde de devam edecek her küçük şeyi sevmeye ve takdir etmeye başlayabiliriz.”
Isca Salzberger
Yorum bırakın