
Yaşamın çoğu gözler kapalı uykuda geçiyor. Figen, günün son ışıklarının ıslanmış toprağı pişirmesi ve hayatı mümkün kılması eşliğinde kendini eve atmadan son bir kez dışarıya bakıyor. Her sabah ve akşam aynı gözüken ama gün içinde dalga dalga büzülen ve genişleyen dünyanın sabitliğine son kez tanık oluyor. Eve girdiğinde yapay renkli ışıklandırmaların ılıtmadığı bambaşka bir dünya bekliyor onu. Hızlıca, bedenini görmeden hatta belki de dokunmadan bir duş alıp kendini yatağa sürüklüyor. Yapay ışıklardan sıkılmış olacak ki büsbütün karanlığa gömülüyor. Kendini yatak odasındaki türlü türlü noktalara takılırken buluyor.
Kırmızı bir tren var kitaplığında. Esintili bir yaz akşamı dedesinin kırmızı traktörüne bindiklerini hatırlarken o sarsıntılı ve gürültülü araçta cırcır böceklerinin sesini nasıl işitebildiğine şimdi hayret ediyor. Ama o zaman tüm o gürültü içinde dünyada netlikler var. Henüz dünya bulanmamış. Oysa şimdi çoğu şey dalgalanıyor. Kırmızı trenin yanında çok yakmaktan bitmiş bir mum var. Figen bir şeylere takıldıkça ve belleğin içine girdikçe dünyanın dalgalanmalarının bir illüzyon olabileceği ile ilgili bir fikir geliyor aklına. Ürperiyor. Tüm bu gerçeklik, rüyalar, hayaller… Derken bir gece lambası yakıp gözlerini kapatıyor. Dışarısı aydınlık olduğunda içerisinin karanlığı ile kalmak daha kolay sanki. Islak saçları yastığından pikesine genişliyor. Figen’in ürpermesi bedenine de sıçrıyor. Neyse ki bedenin alarmı daha acildir, hemen kurutmak için yataktan çıkıyor. Bir kez daha dünyaya ve yapay ışıklarına giriyor böylece.
Yorum bırakın