Bir düş bizi nereye çağırır?

Kaybetmemek ve sıkı sıkı tutunmak için sarıldığımız düşlerimiz bizi çok temel bir gerçekten  mahrum bırakıyorsa ve  aynı zamanda bizi o gerçeğin acısından da koruyorsa… Dünyaya sarıldığımız güven dallarımız kırılmasın, zeminimiz yerinden oynamasın diye bir yıkıntıya takılı kaldıysak…

Neresinden tutsam muhteşem bir filmdi. Etkisi içinde bir yazı yazmaya oturdum. Fakat Conner’ın zengin ve güçlü düşlerine kıyasla o kadar cılız bir söz dağarcığı var ki onun hakkında yazarken kelimeler kendiliğinden gelmiyor. Filmde bir çocuğun hayata tutunduğu bütün zeminin gözleri önünde yitip gittiğini ve annesinin yarattığı ortak bir düşe nasıl kenetlendiğini izliyoruz. Aynı zamanda bir iç sahneleme, iç konuşma hepsi. Dışarıdan görünen ve duyulan hiçbir şey yok.

Filmde iyi ve kötü hakkındaki bütün bölünen parçalar da tek tek bir araya getirilmeye çalışılmış. O andan itibaren gerçeklik düşlerin içinden, düşlerin izinden ilmek ilmek örülmeye başladı.

Bir düşün ahbaplığı kör kuyulara da atabilir bizi aydınlığa da çıkarabilir. Nereye götürdüğüne bağlı. Conner’ı görünmez ve hissetmez bir adam olmaya iten düş aksi kuvvetle içeride görünür ve hisseder bir dünya yarattı. Neyse ki bu dünyanın içine girme izni olan, annesinin  inşa ettiği bir anlatı gerçeklik fenerini açtı.

Michael Eigen ve Bion’a gitti zihnim sürekli. Eigen, yaşamdaki küçük bir anın ne kadar uzun süre kaynak olarak kullanılabileceğinden bahsetmişti mesela. Bir küçük iyi anı. İyi bir his. Bir kelime. Bir bakış. Uzun süre götürüyor. Hatta bir kurtuluşa bile ışık tutabiliyor.

Bion çağrışımlarım da  genelde insanın yalnızca doğru ile iyileşebileceğini vurgulaması oldu. Kuramındaki “doğru” kelimesi benim için muğlak kalmıştı. Ama şimdi biraz daha net oldu sanki. Kendi gerçeğimizden bahsediyormuş. Ölümlü olan, iyi ve kötüden asla emin olunamayacak kadar karmaşık bir dünyada yaşayan bir duygu ve anlam varlığı olan bir insan evlâdı olduğumuz gerçeğinden.

Yorum bırakın