Sıralanan Taşlar (devam #4)

ı.

İçimde yeşeren bir yaz öyküsü var. Bu yılın ilk güneşi. Yaz güneşi. İç konuşmaların bile yavaşladığı, yıl süresince akmayan günlerin hızlandığı günlere girdik. Okulu bırakalı ve rahmetli anneannemin beyaz duvarlı sarı ışıklı evine yerleşeli iki yıl olmuş. Artık üçüncü yazıma giriyorum burada. Yazlar arka arkaya sıralanmış da bir sır taşıyorlarmış gibi bu sefer farklı bir şey seziyorum kendimde. Bu sabah bakkala domates almaya giderken birkaç insana selam verdim mesela. Sonra markete uğradım kasiyerle de iki çift laf ettim. Günlerdir süren sessizliğimi kırmak için değil bu sefer, sahiden, belki bir şeyler duymak istediğim için. Kelimeler de ağır ilerliyor. Acele etmiyorum. Bir sandalı kıyıya çeker gibi ölçerek, deneyerek adım atıyorum. Sanki bir şeylere çarpmaya hazırlanıyorum gibi. Sesler gittikçe kısılıyor, duymaya yaklaşıyorum.

Yaklaşık bir hafta oldu haziran başlayalı. Günleri böyle saydığıma bakmayın. Ben yıl boyu buradayım. Diğer insanların saatini tutuyorum. Küçük bir ilçenin köyüne dünyadaki son zamanlarını doldurmak için gelmiş insanların arasında hayatıma nasıl başlayabilirim diye düşünüyorum. Selim’le karşılaştım dün. Etrafında döndüğüm kelimeler ondan belki de. Ben iki yıldır aynı toprakta, evde, markette, zihinde konuşlanırken Selim öyle değil. İnsanın çocukluğuna tanık olmuş birilerini artık çocuk değilken görmek zor. Çocukluğun bakışı ne kadar farklıysa ve yetişkinlik üzerine ne kadar çok hayat sırtlanmışsa o kadar zorlaşıyor belli ki. Selim ile yazları anneanneme bir ay kalmaya geldiğimde rastlaşırdık. Onun annesi Neriman teyzeyle anneannemin doyurucu bir ahbaplığı vardı. Erken sabahları demli çaylarla, geç kalınmış öğlenleri renkli salatalarla doldururlardı. Eğer o gün yavaş akacak bir günse biraz kendimi bekletir, iki odalı bu evin yer yatağından yanağımı buz gibi zemine uzatıp mutfağı dinlerdim. Neriman teyze çoktan gelmiş olur, anneannem ise balkona açılan mutfaktan rüzgarı içeri davet etmiş olurdu. Her şey sakindi. Sakin ve neşeli. Selim’le o zamanlar akşamları bisikletle mahalleyi turlayıp, anneannemden yalvara yakara aldığımız harçlıklarımızla dondurma almaya giderdik. Gece geç olduğunda da karanlığa rağmen dolu olan sahilde kendimize bir köşe bulup çömer, ışıkları yanan insan topluluklarını izlerdik.

Benim Selim’le karşılaşmam yönümü değiştirmişti. Nereye baktığımı, nereye yürüdüğümü, nereye açılacağımı…

Ne zaman diyeyim, insan böyle zor olaylara nasıl tarih verir, belli ki yalnızca kendi içsel tarihimden hatırlayabiliyorum on altı yaşımın kışında sıra arkadaşım Damla’yı ağır bir hastalıktan kaybetmiştim. Kimseyle iki kelime alışverişe girecek kadar bile değer vermek istemiyordum. Selim’i ilk gördüğüm zamanlara da denk düşüyor. Yaşamın dengeleyici denkliklerine şaşırıyoruz her seferinde. Bir sabah yine ılık rüzgar içeride, çay demlenmiş, çatal kaşık sesleri olağan günden fazlalaşmıştı. Ellerimi yıkarken banyo aynasından Selim’i bizim sofrada gördüm. Anneannemin tezgahın hemen yanında kocaman yuvarlak eski ahşaptan bir masası vardı, üzerinde eski bir çay bardağının içinde benim topladığım biraz solmaya yüz tutmuş papatyalar. Selim’in ise güleç bir yüzü ve sessiz bir tavrı vardı. Dirseklerini masaya koyup çatala her uzanışında onları masadan kaldırıp indirmeye üşenmiyor bu hareketten keyif alıyor gibiydi. İki insanın yalnız birbiriyle tanışma ihtimali olmadığından biz de tanıştırıldık. Yalan söylemeyeyim kendime içimde bir şeyler hareketlendi. O bir anda ne düşler geçiyor insanın içinden. Kendimizde hangi köşelere yerleşmiş olduğundan bile haberimiz olmayan düşler. Yoldaşım Damla’nın zihninde o kadar geziniyordum ki o sıralarda bu kimin düşü onu da şaşırıyordum. Bu karışıklık beni içime çekiyordu. Değer verme ihtimalim olan kimseyle konuşmamaya and içmiştim. Bana attığı dostane kelimeleri gülümseyerek geçiştirdim. Sonra o kahvaltılar fazlalaşmaya başladı. Öğle yemekleri ve akşam dondurmaları, yürüyüşleri eklendi. Selim’le aramızdaki dostluk sahici bir renk almaya başladı.

Sahici bir dostluğun göğsün tam ortasından akan sıcaklığı ne kadar güzelse onun kaybı da bir o kadar zor. Kendinizi bir kaybın ardından görmeye ve duymaya yeni başladığınız bir konumda biriyle yan yana gelmek, henüz gerçekliğin bulutları etrafı sarmamışken düşlerinizi paylaşabileceğiniz birini bulmak gibi.

Selim’le aramızdaki şey biraz böyleydi. Yazdan yaza görüşüyorduk. Yaz mevsimi bizi çok yakınlaşmaktan ve kopmaktan koruyan sevimli bir aralık açmıştı. Artık her yaz olduğu gibi bir sene sonra onu otogardan almaya gittim. O sabahı hala unutamıyorum. Papatyaları çok seven bir erkek olduğunu kimseye söyleyemediğini bana açtığı bir anı o kadar içimde özel bir yere koymuşum ki otogar çıkışındaki çiçek tezgahındaki papatyaları görünce kendimi bir kalbin içinde de yeri olabilen biri gibi hissettim ve hemen iki demet kaptım. Beklemek hep zor elbette. Güzel bir şeyi beklemek de zor. Kavuşmanın coşkusu bütün senenin birikmiş duygularıyla ceplerimden sarkıyordu. Sallana sallana yürüyen biraz sakar, şaşkın biri yapıyordu beni o ağırlıklar. Şapkamı gözlerimi gizleyecek şekilde indirdim ve otobüs çıkışında onu bekledim. Selim beni gördüğüne biraz afallamış olarak sakarlığımı da paylaşarak karşılık verdi. Valizi öne atıldı ve düştü. Hani o ceplerimden taşan duygular dedim ya, Selim de de birçok ağırlığın olduğunu o zaman hemen anladım. Sokak ışıklarının altında, tostçu ve çorbacıların arasında sendeleye sendeleye durağa gittik. Papatyaları verdim bu arada ama o çok yoğun duygu anlarında taşıyamayacak gibi olduğunuzu anladığınızda biraz hafifletme ihtiyacı duyarsınız ya, Selim de öyle yaptı. Aaa ne gerek vardı, diyip elimden aldı çantasına koydu. Benim zihnim hem kendi maceralarım hem onun maceralarıyla dolmuştu. Bir şeye daha değinse de bir yaşanabilir akşamüstünü daha düşlesem diye dinliyordum. Yazlığa geldik. Yaz başlangıcının balıkçıları, açılan dondurma tezgahları, koltuk altlarında taşınan kurgu dışını bir süreliğine kapı dışarı eden romanlar, ev rahatlığındaki kıyafetlerin dışarıya taşması gözümüzü bir anda kaptı.



ıı.

Mekanları içlerinde olduğumuz haliyle düşünmek, içindekiler değiştiğinde artık bizi tutmadıkların fark ettiğimizde sönüveriyor. O yuvarlak masa, beyaz duvarlar, yer yatakları, kumsalın rüzgar esen yanı, meşe ağacının gölgesi… Hepsi sizi bırakabiliyor bir noktada. Yürüdüğümüz ve bakıştığımız her adımda canlanan anıların arasından gerçekliğe ait bir şeyler seçmeye çalışıyorum. Dün, yaklaşık on beş sene olmuş, en azından bunu kendi dışımdan görebiliyorum, Selim’i gördüğümde başımı çevirip adımlarımı hızlandırdım çünkü. Bilmiyorum, artık inanmıyorum. Dün akşam da gün batımını kaçırmamak için duştan yarım yamalak çıkıp koşar adımlarla koştuğum sahile oturduğumda ilk yazdığım şeydi bu, inanmıyorum. Çorap üstüne geçirdiğim parmak arası terlikleri ıslatan bir dalga, gün batımına biraz daha var sanki ve inanmıyorum. Sabah beşte gördüğüm bir balıkçı akşam sekizde de burada, yolda koşarken kahvemi üzerime döktüm ve inanmıyorum. Sonra biraz düşündüm. Yazayım dediğimde kendimi hep bulduğum üzere. Dağılmak ve kaybolmak nasıl birbirini takip ediyorsa aynen öyle bir kovalamacanın içindeydim. Devam etmeyi bırakın, bir türlü başlayamadığımı hissediyordum. Çocuklukta içten içe açılan, sıkıcı otobüs akşamlarını ısıtan, annemin yeni bir yemek deneme heyecanından önümüze koyarken sofraya bir de mum yaktığı geceleri yemeğimizi tatlandıran o sıcak ve kıpır kıpır gülümseyişleri kaybolmuştu, annemle birlikte değil ama. Ondan sonra uzun bir süre devam etti. Ama herhalde bir yerden sonra sizin yakmanız gerekiyor bazı ışıkları. Bir eşik oluyor ya yaşamda. Yıllar boyunca sizi fişekleyen bir şeyin yokluğunu yerleştirebileceğiniz alanlar. Okul yılları belki böyle. Veya yeni bir yaş, yaşlar. Birkaç yıla da yayılıyor sanki bazen. Bir şeyin kaybolduğunu anlamak ve anlamamak arasında da çok sendeledim. Sendeliyor insan. Öyle iki yıl çayhanelerde, okul kantininde, şehir sokaklarında, geniş caddelerinde hiçbir parıltı aramadan, hiç gökyüzüne bakmadan, yıldızların burada olmadığına peşinden inanarak geçirdim. Hani bir maske diyeceğim, maske de yok. Bir rol mü acaba, o da değil. Hiç yoktum. Ağır sisli bir sabah açık denizde belli belirsiz sönük bir ışıktan gemi olduğuna hüküm verebildiğiniz bir imge gibi. Sadece zihinde tamamlanacak bir kırıntı bırakan.


Gün batımı başlıyor, tam bir başlangıç yeri tayin edilebilirse. Kumsalda denize yakın yerde kamp sandalyelerinde oturan kırklı yaşlardaki fıkır fıkır kadınların açık omuzlarına vuran güneş sahilde genişleyen dalga etkisi yapıyor. Yükselip alçalıyor. Biraz ileride sabahtan beri sahilde sanki balık gelmiyormuş, kovaları doldurmamış gibi bekleyen balıkçıların birbirine mesafeli uzaktan bakışla selamlaşan derinden gelen sesleri duyuluyor. Gördüm çünkü. Tutuyor sonra kimse görmeden bırakıyor. Doldurmak istemiyor belli ki. Boş kalsın. Boş kalabildiği için kumsalda sabahtan beri. Eve dönünce belki diyecek, çok bekledim ama bir iki tane anca tutabildim, sabah bir daha erkenden gitmek gerekecek bu mevsimi kaçırmak istemiyorsak. Zihninde dönen denizle bütünleşen manevraları, oyunları son bulmayacak böylece.

Yine de, yine de inanmıyorum. Balıkçının da başka türlü konuşabileceğine inanmadığı gibi. Geniş, gri ve sisli denizin üzerinden balıkçıllar geçiyor. Kendimi bir müzik dalgasının içinde buluyorum. Kuşlar güneşi takip ederken gözlerimi de kendilerine hapsediyorlar, sadece onları takip ediyorum. Batan güneş gözümü yaktığı anda önüme dönüyorum. Okulu bırakma kararımı düşünmediğim bir an yok. Zihnimin arkasında sisli bir havayı hep muhafaza ediyor. Kendimle konuşamadığımdan belki de. Çünkü hatırlıyorum, küçük mavi otobüslerden bekliyordum yine okul çıkışı. Kar yağmış, bu küçük şehirde benim memleketimden farklı olarak çok kar yağıyor ama ben bir türlü buna alışamadım. Biraz soğuk, incecik atkıya battaniye gibi sarılmışım. Böyle çaresizlik anlarında insan örneğin atkıyı battaniye gibi düşlerse onun battaniyeye dönüşeceğine inanır istemsiz. İnsanın düşün gücüne yaslandığı, onun yarattığı gerçekliğe sığındığı anlardan yalnızca biridir çaresizlik. Sonra devam eder, düşün içine girer; bir müziğin, resmin, dokunun. Atkının uç püsküllerine sarılır. Gerçekliğe ait bir püsküle tutunur oradan masallar, dünyalar, duygular yaratır. Öyle bir an. Benim için ise düş dünyasına girebilmem için bile biraz ait hissetmem gerekiyor. Burada olmayı o kadar istemiyorum ki burada düş bile kurmak istemiyorum. Zihnim hep sisli dolayısıyla. Minibüs geldi, bindim. Büyük camları var, onu seviyorum. En azından oturduğum yerden sahne sürekli değişiyor. Bir iki düşe sığınabiliyordum o sıralarda. Düşünüyorum şimdi, ne farklıydı o gün. Değildi. Ve muhakkak bu aynılık, bu düş göremezlik beni hareketlendirdi. İki odalı ve bir buçuk yıl olmasına rağmen hala tanımadığım üç kişiyle yaşadığım evin caddesinde indim. Renkli bir cadde. Simitçinin önünde akşamları da kuyruk oluyor, renkli olduğunu öyle anlamıştım ilk. Bazen akşamları tek kişilik balkonlarda iki üç kişinin kahvaltı ettiğini görürdüm. Sanırım parıltı diye hatırlayabildiğim tek sahneler onlardı. Bir de cadde üzerindeki ikinci sokakta orta yaşlı bir kadın oturuyor. Onun balkonu daha eve yerleşirken dikkatimi çekmişti. Neyin dikkatimi çektiğini tam olarak anımsayamıyorum. Minik bir masası var, ev alçak ve ikinci katta olduğu için üzeri gözüküyor. Hep dolu olurdu masasının üstü. Bir bilgisayar, iki farklı renkte defter, nakış malzemeleri, örgü malzemeleri, resim malzemeleri… Bu renkleri görmek için evin yolunu uzatır o sokaktan geçerdim hep. Parıltının en parlak olduğu yer o balkondu. Oradaki sıcak ışık, düş görebileceğim bir alan açmıştı bana. Tüm şehrin ve sisli zihnin bulanıklığını berraklaştırıyordu. Belki anımsayamadığım bana kurdurduğu düşlerdi. Çünkü geniş bir pencere açılıyor, onu içeride bir yere gönderiyorum ama daha bir iki adım atmadan hemen sönüyordu. Sonra yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. O gün iki kere geçtim balkonun önünden. Her turda ya bir şapka ya bir atkı doluyordum başıma ki aynı insan olduğum anlaşılmasın. O gün uzun yürüdüm. Eve girdim, yarım bir gülümsemeyle odamı paylaştığım Seher’i geçip eşyalarımı toplamaya başladım.

Böyle yaşayış değiştiren kararların bir anda çıkmadığını herkes bilir. ‘Bu da nereden çıktı?’ sorusu çalılığı neyin alevlendirdiğine duyulan meraktır yalnızca.

ııı.

Oysa değil mi, kendimize ait yaşamlarımızın içinden ne kadar dışarı açılabiliyoruz bilinmez. Açılamadığımızdan olsa gerek hep sisli kalır oralardaki anılar. Üzerimde yıllanmış kırmızı kazağıma iyice sarıldım. Özellikle kolları sık kullanmaktan tüylenmiş, boş kaldığımda bana oynayacak malzeme sağlıyor. Güneş vedaya yaklaştıkça daha bir güzelleşiyor. Ya bütün gözleri kendine hapsediyor ya da bakmamak için direnenlerin karşı kuvvetini arttırıyor. Böyle bir güzele kendimizi kaptırmak ve direnmek arasında bırakıyor bizleri. Şöyle bir etrafa göz gezdiriyorum. Güneşin daha da parlattığı uzun sarı saçlı bir kadın omzuna düşen saçlarını parmaklarına dolayan küçük çocuğu ile güneşi göz kırışıklarına doldurmak için hazır. Çıplak ayaklarının arasına dolan ince kumlarla daha önce hissetmedikleri bedensel duyumlara kendilerini tatlı tatlı bırakan üç genç erkek gözlerini başka meşgul edecek bir şey olmamasını diliyorlar. Hatta sabırsızlanıyor bütün bir akşama eşlik etsin diye aldıkları biraları semadaki kırmızılar kızıştıkça daha hızlı içiyorlar. Denizin savurduğu bütün saçları taramış güneş gözlüklerinden sıçrayan huzmeleri geçip gözümü kovadan tuttuğu balıkları kendinden gizleyerek denize gönderen balıkçıya veriyorum. Zihnimde bir sürü imge canlanıyor. Gece geç geldiğinde mutfak masasındaki elveda mektubunu görüp açmadan yatan bir adam, gözlüğünün camını ıslak mendille ovalarken her seferinde neden iz kaldığına sinirlenen kendini hayal kırıklığına uğratan bir adam, rüyalarından boğucu sessizlikle uyanıp sırf ses olsun diye kahve makinesinin düğmesine basıp yatan, kahve kokusuyla uyanan bir adam, her sabah geldiği bu sahilde bir daha ertesi gün olmazsa endişesini taşıyarak kendisine verilen her şeyi geri vermeye gayret etmiş, böylece hiçbir şey almayarak dünyadaki etkisini sıfırlamaya çalışan bir adam. Karşımdaki adam. Balıkçı gibi gözükmeye şapkası, yanında taşıdığı büyük eski çantalarıyla o kadar çabalamış gibi duruyor ki gözlerine denk gelirsem beni şaşırtacağını hissediyorum. Dakikalar geçiyor, gözlerini suyun üzerindeki akislere kaptırmış beyazlaşmış saçlarını gizleme utanmayan iki kadın birbirlerine omuz verip güneşe döndüler. Ben kazağıma sarıldım, etrafındakileri taklit ediyorum. Saçlarımla oynuyorum, kahvemi hızlı hızlı yudumlarken ayak parmaklarımla tüneller kazıyorum, omzumu kaşıyacakmış gibi yapıp kavrıyorum, bir de ellerime gelen taşları, deniz kabuklarını bir bir bırakıyorum elimden. Gözlerimi insanlardan çevirip güneşe çevirdim. Bütün duru güzelliği ile güneş tam gözlerimizin hizasına geldi. O sırada bir taş alıp denize gönderecekken balıkçı güneş tarafına döndü ve buluştuk. Genç bir adam, otuzlarında. Sakalları arasına gizledi gülüşünü. O da güneşi yakaladı. Bir şey alacak gibi uzandı, bir şey diyecek gibi dudaklarını araladı.

“Az sonra batacak” diye sesimi aramızdaki mesafeyi gidermek ümidiyle yükselterek bağırdım. Bir şey demedi ama gizlemeye çalışmadan gülümsedi. Bu geride kalan karşılaşmalarımızın ilkiydi. Biraz mahçup, biraz başka bir güzelin gölgesinde, biraz ‘aman sonlu bu zaman’a güvenip mahrur. Yaşadıklarımı düşünmeye, tekrar hatırlamaya, yazmaya, resmetmeye canlandırmaya karşı ihtiyacım olan cesareti tam olarak bu anda buldum. Yeni başlangıçların serüveni, kızıllıkların kendini koyu morlara, çocuk kitaplarındaki gibi düz lacivert üzerinde minik yıldızların parladığı bir semaya bırakmasıyla başladı. Durmaya geldiğim bu sakin sahil kasabasında dönmeye ve ilerlemeye karşı iki yönlü bir arzu bulutunun içindeydim artık.

Yorum bırakın