
Yaşam tarihimiz boyunca biriktirdiğimiz, yaşam deneyimimizin tüm küçük imgelerine temas ederek bizi oluşturduğuna şahitlik ettiğimiz anılar bizi terk etmeye başlayıp geriye kocaman bir boşluk bıraktığında, orayı ne ile dolduracağız? Benlik öykümüzde delikler açıldığında ve sevdiklerimizi kaybetmeye başladığımızda, orada olacağına ve bizi teselli edeceğine inandığımız belleğimiz bizi yarı yolda bırakırsa neye tutunacağız?
John Bayley’nin Alzheimer hastalığına yakalanan eşi yazar Iris Murdoch’a bir anı / anıt niteliği taşıyan kitabının uyarlaması olan film, iki kanal üzerinden ilerliyor. Bir düşünür ve yazar olan Iris’in Alzheimer hastalığı ile kendi içinde dağılma, kaybolma deneyimi ve eşi John’un eşini ve eşinin belleğindeki kendilik imgesini kaybetme deneyimi. İki kanal da kaybın yasını tutabilmenin karmaşıklığına açılıyor.
Bulanık bir suyun içinde birbirine doğru yüzen çiftin gençlik ve yaşlılık hallerinin peş peşe gösterimi ile başlayan film yine aynı suyun derinliklerine düşen bir taş imgesiyle sonlanır. Filmdeki tekil ve yoğun imgeler içeren sahneler, her hatırlamanın bir yeniden kurgulama biçimi olduğunu anımsatır. Ve yeniden kurgulamanın, hatırlamanın; yas sürecinin temel dinamiği olduğunu vurgular. Hatırlama sahnelerinde zaman zaman Iris’in zaman zaman da John’un zihninin akışına gireriz. Iris, bir zamanlar nasıl bir insan olduğuyla ilgili anılarına ulaşmaya çabalarken John da kendisine yabancılaşmaya başlayan eşinin dağılan benliğini sabit tutmaya çabalar. İki hatırlama da ortak bir öykü yaratacak şekilde bir arada toplanır.
Bu durum da bizi sevginin ne kadar birleştirici olduğu gibi bir soruya sevk eder. Sevgi, iki kişiyi ortak bir öykü etrafında toplamak gibi bir birleştiriciliğe sahiptir.
İki kişi, filmin başlangıç sahnesinde olduğu gibi el ele tutuşarak birleşir. Birleşme, filmde iki kişinin birbiri içine geçen ortak anılarıyla gösterilir. Sanki filmde sevgi, ortak bir öykü yazmaya çalışan iki öznenin eş zamanlı çabasıyla anlatılır. Bu ortak öykü, türlü türlü yaşam gerçekleriyle bölünür.
İnsanı kayba karşı daha hassas yapan sevginin bekası tehlikeye girdiğinde insan, kaybını telafi edebilmek için yine sevgi nesnesine döner. Ve sevgi nesnesini arkasında bırakmanın acısına dayanamayarak onu içeride canlı tutmanın yollarını arar. Bu da yas tutamaması, tutunamaması ile sonuçlanır. Film bu noktada bize, sevginin, yeniden birleşme umudu olmayan bir ayrılıkta dahi iki kişiyi beslemeye devam ettiğini, onları yaşatmaya çalışmadan birbirlerine veda edebilmeyi mümkün kılabildiğini gösterir. Kim bilir, belki de yeterince iyi bir kaybı mümkün kılan sevginin kendisidir ?
Bu yazıda Iris’in deneyimini, Freud’un (1917) yas ve melankoli ve Bion’un (1962) bağlara saldırı kavramları; John’un deneyimini Klein’ın (1940) depresif konum kavramı ile anlamaya çalışacağım. Yazının sonunda iki ayrı deneyimi bir süreklilik inşası olarak yas (Gaines, 1997) anlayışında birleştireceğim.

Iris’in deneyimi
Başarılı ve üretken bir yazar olan Iris, hayatını kelimelerle geçirmektedir. Filmin başlarında üniversitede konuşma verdiği bir sahnede, hayatının merkezinde olan kelimeleri toparlayamamanın endişesini şöyle anlatır:
‘Gerçekleri söylediğimizde kelimeler yetersiz kalır. Kelimelerin yetmediği, uygun malzeme sağlamadığı noktada, söylenecekler bir noktada toparlanıp kelimelerle dışarı çıkamadığında kendimizi nasıl anlatacağız?’
Iris Alzheimer hastalığının belirtilerine bağlı olarak kelimeleri düşünmede, hatırlamada ve oluşturmada zorluk yaşar ve kendisini dünyaya tanışık kılan ve dünyayla bağlantıda tutan kelimelerle bağı kopmaya başladıkça anlamsızlık, panik ve dehşet deneyiminin içine girer. Bu deneyim Wilfred Bion’un (1959) Bağlara Saldırı isimli metninden ilhamla anlaşılabilir. Bion bu metinde psikoza ve psikotik deneyime ilişkin özgün bir formülasyon geliştirir. Psikozda ve psikotik olanda görülen dağılma, kopma ve ayrışma gibi deneyimlerinin anne ve bebek arasındaki iletişim bağıyla ilişkili olduğunu söyler. Yaşamın başlangıcında anne, bebeğin anlam veremediği ama hissettiği duygularını kendi ruhsallığı içinde öğüterek anlamlı bütünler halinde bebeğine geri iletir. Bion bu işleve alfa işlevi adını verir. Alfa işlevi için annede hem alıcı hem verici bir tarafın bulunması gerekir. Anne öncelikle bebekten gelen iletiyi uygun biçimde alır. Örneğin bebeğin ağlamasındaki ihtiyacının açlık olup olmadığını hisseder. Ve ona uygun bir yanıt vererek bebeğin kendi içinde bir anlam bağı yaratmasını sağlar. Anne anlamlı bağları hem daha ilkel dil önceside hem de çocuğu yavaş yavaş dilsel yapılandırılmış bir alana davet ederek oluşturur. Dil bu açıdan yaşamla ve kendimizle kurduğumuz anlamlı bağın bir çıktısı olarak okunabilir. Alzheimer ise dilin hem düşüncede hem konuşmada oluşturduğu anlamlı bağlara saldırarak Bion’un (1962) ‘isimsiz dehşet’ olarak adlandırdığı deneyimin tekrar yaşantılanmasına yol açar gibi gözükür. İsimsiz dehşet, alfa işlevinin olmadığı ve bebeğin belirsiz, anlamsız, tanımsız bir dehşet deneyimi içinde tek başına kalmasına işaret eder. Iris ‘hepimiz çıldırmaktan korkarız değil mi?’ diye sorarak yaşadığı deneyimi anlamlandırmaya çalışır.
Hatıralar insanın zamansal varlığına ait bir süreklilik yarattığı için kişinin kendisiyle ilgili algısında bir sabitlik oluşturur. İnsan her şeyi hatırlamaz. Hatırlamasına da gerek olmadan bildiği şeyler vardır. Bu bilgiyi de belleğin bir işleyiş biçimi olan anlamsal bağlar kurma yetisi (semantik bellek) ile sağlayabilir. Dolayısıyla anlamlı bağlara saldırı, doğrudan kişinin benliğine yönelik bir saldırıdır. Kişi benliğine ait hatıraları kaybeder. Fakat bellek bir yandan insanın neyi kaybettiğini de kaydetmekle yükümlü olduğu için belleğin kaybı insanı çok daha geniş bir belirsizlik içinde bırakır. Bellekteki bu kayıp kişinin neyi kaybettiğini bilmediği için kaybının yasını tutamadığı bir kayıptır. Bu cümle Freud’un (1917) Yas ve Melankoli metninin özeti olarak düşünülebilir. Melankolide kişi kendine ait neyi kaybettiğini bilemediği için onu kendi içinde yaşatmaya devam ederek kaybın gerçekliğinin yol açtığı acıyı yatıştırmak zorunda kalır. Alzheimer’da yaşanan süreç de tutulamayan bir yas olarak okunabilir (Evans, 2008). Sandra Evans, (2008) demans hastalarının öznel deneyimlerini anlamaya yönelik çalışmasında Mark Solms’un (1995) nöroloji ve psikanalizi entegre kullandığı bir çalışmasından bahseder. Solms, beynin sağ tarafındaki bir lezyondan kaynaklanan inme ile bedeninin sol tarafındaki uzvunun reddedildiği ve bu nedenle depresif bir duydudurumun içine giren bir hastasını örneklendirir. Hastanın uzvundaki işlevin hasta tarafından fark edilmeyerek reddedildiği için kaybedilememiş olduğuna vurgu yapar. Evans, bunun Alzheimer için de mümkün olabileceğine atıf yapar. Alzheimer’da hastanın benliğine ait bir bağlantıyı kaybettiğini ve bu nedenle de kaybının yasını tutamadığından bahseder.
Iris ve John hastalığın gerçekliğiyle hekimle görüştükleri zaman yüzleşirler. Hekim ‘bu amansız bir hastalık’ derken Iris ‘bu da ne demek?’ diye sorar. Hekim ise ‘bu acımasız demek’ diyerek karşılık verir. Iris bir an telaşa kapılarak ‘kelimenin anlamını biliyorum bu bizim açımızdan ne demek?’ diye sorar. Biz tanımının içindeki ikinci kişi olan John eşini kaybedebileceğini sezerek ‘sözcükler onun için her şeydir, hala anlamları olacak mı?’ diye karşılık vererek eşinin ne kadar kendisi olarak kalabileceğini ve sevgilerinin ne kadar birbirlerini yaşatmaya devam edebileceğini sorgular. Bu soru artık John’un kayıp deneyiminin başladığı noktadır.

John’un deneyimi
John, kayıp tehdidine karşı yaygın bir tepki olarak inkar tepkisini verir. Eşinin donuklaşan bedeninin, kesintiye uğrayan bakışlarının ardında, Iris’in, sevdiği kadının olup olmadığını anlamaya çalışır. Bu noktada John yavaş yavaş eşinin hasta olmadığına ait fantezisini, gerçekliğin duvarlarına vura vura test eder. Freud (1917), aktif bir süreç olarak tanımladığı yas çalışması için sevilen nesneye yönelik libidinal yatırımın kalkması gerektiğine vurgu yapar. Fakat sevilen bir nesneye olan yatırımdan vazgeçmek hiç de kolay değildir. Hele ki kaybın kademeli olarak gerçekleştiği ve kaybedilecek olan nesnenin henüz canlı olduğu durumlarda. Buna güzel bir örnek John’un Iris’in eline yazı yazması için bir defter tutuşturmasıdır. John öncelikle, kendisi yas tutamayan; bir yazar, sevgili, düşünür olarak Iris’in kendiliğini kaybetmesinin yasını onun yerine tutmaya çalışır. Iris, yazdığı kağıtları sahile yayarak uçmamaları için tek tek üzerlerine taşlar koyar. Bu sahnede John ve Iris ortak bir kayıp endişesini paylaşırlar. Endişe ortaklaştığında öncesinde birbirlerinden ayrı yaşanan panik ve korku deneyimi birleşir. Hem eşinin hem kendisinin yas görevi ile baş başa kalan ve bu durumun yas tutma kapasitesinin sınırlarını zorladığı John için, bu paylaşım bir rahatlık yaratır. Ve kendine özel yas görevine geçebilmesine imkan tanır.
John’un deneyimini Melanie Klein’ın (1940) yas süreciyle okuyabiliriz. Klein, hem yasın hem melankolinin kişide bir gerilemeye yol açtığından bahseder. Gerileme olarak bahsettiği süreç ruhsallığın tekrar eden iki konumu arasındadır, paranoid-şizoid konum ve depresif konum. Paranoid şizoid konumun temel özelliği nesnenin iyi ve kötü yönlerinin bölünmüş olmasıdır. John Iris’i, onu terk etmeyecek olan yönüyle ‘iyi’ olarak tutmaya çalışır. Iris, hastalığının etkilerine bağlı dehşet ve kaybolmuşluk deneyimi ile eşini bir dayanak noktası olarak kullanmaya başladığında John, eşinin kendisine bağımlılığına bir karşı aktarım tepkisi geliştirerek öfkeyi deneyimler. Öfke, John’un umut alevini söndürmemeye çalışma çabalarının hayal kırıklığına uğraması ile anlamlanabilir. John, paranoid şizoid konumda olduğu gibi sevgi nesnesini büyülü bir iyide tutmaya çabalarken kaçınılmaz olarak onu dehşet bir kötü içine koymak zorunda kalır. Özellikle Iris’in evden çıkıp kaybolduğu sahneler, John’u kayıp gerçeği ile yüzleşmeye zorlar. Iris’i bulup eve getiren eski sevgilisidir. John’un yas süreci için bu sahne oldukça kritiktir. John, Iris’in eski sevgilisiyle olan sahneleri hatırladığında kıskançlıkla birlikte yoğun bir öfke ve nefret ile dolar. Böylelikle yalnızca ‘iyi’ye sıkışan Iris’i ‘kötü’ye geçirmek için bir fırsat yakalar. Ve John, hissettiği nefrete ve öfkeye karşılık yoğun bir suçluluk deneyimine girerek yavaş yavaş depresif konumun sularına adım atar. Bu sahneler insanın, kaybın üstünden gelmeye her çalıştığında ona daha da bağımlı hale geldiğine dair bir anlamı aydınlatır (Carel, 2007).
Iris ve John’un ortak arkadaşı olan Janet’in ölümü hem Iris hem John için ortak yas sürecini başlatan bir dönüm noktasıdır. John cenaze boyunca yaşadığı kaybı işleme fırsatı bulur. Anma konuşmasında Tolstoy’un Anna Karanina’sını anar. Anna’nın kendini trenin altına atacağı esnada sevgilisi Vronski’ye anlatacağı komik bir şeyi düşündüğünü aktarır. John, bu hikayeyi andığında satır aralarında, kendi içinde kaybettiği sevgi nesnesini iyi olarak içselleştirilmeye çalıştığını ve bunun ne kadar zor olduğunu anlatır (Klein, 1940). John ‘elvada Janet, her zaman bizimlesin, her zaman yaşayacaksın, seni unutmayacağım’ kelimeleriyle de melankolik bir halde, nesneyi yaşatmak uğruna benliği yıkıma uğratma durumundan çıkarak, benliği yaşatmak uğruna nesneyi iyi bir ölüme bırakabilme durumuna geçiş yapar. Cenazeyi takip eden sahne bunun çok güzel sembolik bir örneğidir. Iris ve John arabada giderken Iris kapıyı açar ve kendini arabadan atar. John derhal arabayı durdurur ve Iris’i aramaya başlar. Arayış esnasında bir ormanlığa yuvarlanır ve kendini Iris’in yanında bulur. Çift gülüşmeye başlar. Iris bu esnada ‘seni seviyorum’ diyerek John’a, onu yeterince iyi bir ölüme bırakabilmesi için bir fırsat verir. John artık içselleştirilmiş iyi nesnenin temsiliyle veda etmeye hazırdır. Ve Iris’e yanıt olarak aşkta ve yaşamda yeni bir yatırıma hazır olma halini yansıtan yas sürecini (Carel, 2008), ‘eve dönelim, yarın yeni bir gün doğacak, sonraki gün ve ertesi gün de, ve böyle devam edeceğiz’ kelimeleriyle açığa vurur. Yas tutabiliyor olmak John’u yatıştırır, teselli eder ve geleceğe yönelik bir umut ile heyecanlandırır.
Bir ‘iyi hatırlama’
Freud’un (1917) yas kavramı, ekonomik bir modelde düşündüğü üzere, libidinal yatırımın nesne değişikliğini önceler. Yatırım kaybedilen nesneden çekilmelidir ve yeni bir nesneye yöneltilmelidir. Fakat bu kavramın kendi içinde mekanik hissettiren bir yönü vardır. Çünkü ekonomik modelde nesnenin ikincil planda oluşu, insanın sevgi nesnesiyle tüm o anlamlı, derinlikli olarak paylaştığı ve nesneye özgü gelişen bağın önemini de ikinci plana atar. Nesneyle olan eski bağ önemsizleşir ve kişinin yeni bir yatırım yapabilme kapasitesi önem kazanır. Belki de sevmenin kendisinden çok insanın kimi sevdiği ve sevdiğinin kendi intrapsişik yapısı içinde kime ve nasıl bir ilişki bağına denk düştüğü önemlidir. Freudyen bakış, kayıp nesneden yatırımın çekilmesine vurgu yaparken Kleinyen bakış, kayıp nesnenin iyi olarak içselleştirilmesine vurgu yapar. Sanki gerçekten de biri iyi bir unutmaya diğeri bir iyi hatırlamaya vurgu yapar. Bütünleştirici bir bakışta Loewald (1962) sevgi nesnesini geride bırakıp yalnızca önüne bakmanın sığlığına düşmeden, kaybedilen nesneden yatırımın yavaş yavaş çekilerek benlik ve nesne arasındaki ilişki yönünün içselleştirilip dönüştürülmesinden bahseder. Gaines (1997) yasın sürekliliği kavramıyla bu süreci çok güzel bir paragraf ile özetler:
‘Kolayca yeniden başlayamazsınız. Kişinin geçmiş bağlantıları, kendi iç dünyasında bir boşluk bırakmadan “bırakılamaz”. Kişi yeni doyumlar bulmaya çalışırken bile, kaybedilen ilişkinin varlığını ve anlamını korumanın bir yolu gereklidir.’ (Gaines, 1997).Freud da (1929) daha sonra nesneye gereken önemi vererek kaybedilen nesnenin asla tam olarak yerinin doldurulamayacağından bahsetmiştir.
Filmin sonundaJohn, Iris’i daha iyi bakım alabileceği bir huzur evine yatırır ve Iris ölür. John,
‘ona anlatacak bir fıkram vardı belki çok iyi bir fıkra değildi ama buna gülerdi buna emindim’ diyerek Iris’in anısını iyi bir hatırlama ile kendi içinde taçlandırır. Ve bir taş, eskiden çiftin birlikte yüzdüğü suya düşer. Kayıp tüm gerçekliği, acısı ve bıraktığı güzel anıların büyüsü eşliğinde yaşanır.
Alzheimer gibi kaybın kademeli ve canlı olduğu bir durum, kayıp karşısında insanın hızlı bir unutmaya değil ‘bir iyi hatırlamaya’ (Carel, 2007) ihtiyacı olduğunu gösterir. İnsan, suçlamanın ve affetmenin dolambaçlı yollarından çıkıp yalnızca kabul etmenin, sevdiği nesne ile bağını dönüştürecek yolları bulmanın ve tek başına doğup tek başına veda edeceği yaşam içinde önüne bakabilmenin yeni bir yolunu bulmalıdır. Yas süreci de sevginin sürekliliğinin ışığında insanın anılarını, yaşantısını bir iyi hatırlama olarak yapılandırarak ona nefes alacak yeni bir pencere açar.
Kaynakça
Bion, W. R. (1959). Attacks on linking. International Journal of Psychoanalysis, 40: 308-215.
Bion, W. R. (1962). Learning from Experience. London: Heinemann.
Carel, H. (2007). The return of the erased: Memory and forgetfulness in Eternal sunshine of the spotless mind (2004). International Journal of Psychoanalysis, 88: 1071-82.
Freud, S. (1917). Mourning and melancholia. (J. Strachey, Ed. ve Çev.), The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud içinde (Vol. 14; s 243-258). London, England: Hogarth Press.
Freud, S. (1929). Letter to Binswanger. In; The letters of Sigmund Freud, ed. E.L. Freud.
New York; Basic Books, I960.
Gaines, R. (1997). Detachment and continuity: The two tasks of mourning. Contemporary Pscyhoanalysis 33:4, 549-571.
Klein, M. (1940). Mourning and its relation to manic- depressive states. International Journal of Psychoanalysis, 21: 125-53.
Loewald, H. (1962). Internalization, seperation, mourning and the superego. Psychoanalytic Quarterly, 31: 483-504.

Yorum bırakın