
Nesne ilişkilerindeki en temel soru kötü muamele görmüş bir çocuğun bu deneyimi neden reddedemediğidir. Bağlanma çalışmalarında rastlarız, ilişkide olumsuz giden bir şeyler varsa çocuk çok daha fazla bağlı olur. Tadı acı gelen bir yemeği eliyle itebilen bir çocuk aynı durum kötü muamele gördüğü bir bakım verenle ilişkisi olduğunda bunu yapamaz. Çok daha farklı, incelikli bir yolla karşılık verir. Düşünelim, yaşadığı tek zemin bakımverenin gözlerinde olan bir insan evladı ne pahasına olursa olsun ilişkinin devamlılığını sağlamak zorundadır. Dolayısıyla ilişkisel bir zeminde canının acıdığını, kendisine uygun olmayan bir şeyler olduğunu söylerse, yani kötü muameleyi reddederse, ilişkiyi kaybetme tehlikesi vardır ki bu küçük bir çocuk için kelimenin tam, somut olarak da düşünebiliriz, ölüm ve kalım arasındaki çizgidir.
Kendi varlıklarından çok daha emin olarak kedileri hayale getirelim, karın tokluğunun ve hazzın kaynağı olarak size bağlanmışlarsa mama kapları boşsa hayalet gibi sizi takip ederler. Her adımınızda koltuğun tepesinde, tuvaletin kapısında peşinizdedirler. Karınları tok olsa yalnızlıklarından kimseye yan gözle dahi bakmayacak olsalar da yoksunluk anında gözleri tek bir şeye odaklanır. İnsan evladı da ilgilenmiyormuş gibi yapsa da, yıkıcı bir öfkeyle derdini anlatmaya çalışsa da, küsmeye çalışsa da zihninde iç içe labirentler açan tek bir odak vardır, ilişkiye ne olacak¿
İlk küçük yaşlarımızda bu olumsuz tepkileri de veremeyiz. Özellikle bazı çocuklar için ileriki yaşlarda da zifiri karanlık bir boşluğa açılacağını bildikleri bir tepkiyi vermektense kendilerine kapanmak daha hayat kurtarıcı olur. Ne diyorduk, ilk küçük yaşlarımızda, dünya yalnızca bakım verenimizin duygu denizinden aldıklarımız ve bizim ona verdiklerimizin nerelere yerleştiklerinden ibaret iken bir çocuk kötü muamele gördüğü bir durumda, sözünün, kendinin dinlenmemesi, değer görmemesi, bambaşka bir anlamla ona geri dönmesi, reddedilmesi, alay edilmesi, aşağılanması, yok sayılması halinde hissedeceği yoğun hayal kırıklığı ve yıkıcı öfke duygularını yaşamasına imkan yoktur. Fairbairn’in buna tekrarlayarak hep verdiği tek bir yanıt var; çünkü mutlak bağımlıdır. Konu yine ölüm ve kalım arasındaki ince çizgi. Fakat bu yoğun duyguları kendi içinde yaşarsa da bakım verenin bunu fark edip, içini okuyup bundan rahatsız olabileceği ve ilişkinin zedelenebileceği endişesi ve kendisinde bu duyguları hissederken onu sevmeye devam edemeyeceğine dair iki tane kapı kapatan his uyanır.
Birincisi bakımverenin kendi varlığının ne kadar bitişik deneyimlendiğini görüyoruz, bu psikanalitik gelişim kuramının en temel prensibi ayrışmayı engelleyen bir dinamik yaratır. İkincisi ise yine psikanalitik gelişim kuramının ikinci temel prensibi olan nesne ve kendilik içindeki iyi ve kötünün bir arada olmasının nasıl engellendiğini gösterir. Ayrışmanın engellenmesi, ayrışmayla birlikte ölmek ve öldürmek endişelerini, çok daha ilkel endişeleri uyandırır. Bu endişeleri Donald Winnicot, “dehşet veren duygular”, Melanie Klein için paranoid şizoid konumdaki duygulanımlar, Meltzer “sonsuz bir boşlukta düşmek, parçaları ayrılmak” gibi betimler. Bu noktanın dehşeti eğer gelişimsel bir tıkanma yaşanmışsa, hayat boyunca ayrışmayı gerektiren her anda bir vechesiyle kendini gösterir. İkincisinde ise yani iyi ve kötünün bir arada olamamasının temel sebebi sevginin devam etmemesi tehdididir. Burada Fairbairn çocuğun sevgi görmemesinden ziyade sevgisinin kabul edilmemesi deneyimini ruhsallıktaki temel yıkıcı deneyim olarak ele alır. Çocuktan gelen sevgi reddedilirse veya yok sayılırsa bu bakım vereninden sevgi görememesinden çok daha fazla bir yıkıma yol açar. Çünkü mutlak bağımlılığını bir nebze olsun hafifletecek olan şey bakım vereninin de ondan gelecek olan şeylere hassas olmasıdır. Çocuğun sevgisine önem verilmemesi, kabul edilmemesi çocuğun bağımlılık deneyiminin altını iyice çizerek kendisini umutsuzluğa sevk eder. Çocukların ebeveynlerini öfkelendirmekten onları ağlatmaktan aldığı haz ve rahatlık biraz böyle bir yerden, bağımlılığı hafifletmek.
Bu iki temel gelişimsel aşamadaki duraklamalarda, takılmalarda kötü muameleyi reddedemeyen çocuk onu kontrol etme ihtiyacı ve bilinçten uzaklaştırma ihtiyacı doğrultusunda hayatta kalmak ve kendisinin sevilebilir, değer verilebilir bir insan olduğu ile ilgili imgeyi sabit tutmak için bu kötü muamaleri içselleştirir ve böler, dağıtır, bastırır. Çocuğun Fairbairn’in modelindeki vurgusuyla artık çok temel bastırılmış bir içsel kötü nesne- kötü kendilik ve aradaki ilişkiden oluşan bir kişilik yapısı oluşur. Bu noktada çocuk reddeden bakımverene karşı reddedilmiş bir çocuk, değersiz, yetersiz, sevilemeyecek olan imgesini canlı tutar. Çocuk bunu içeride yaşatarak ebeveyninden iyi bir şeyler gördüğü ve sevilebilir olduğu imgesini de ayrı bir şekilde yaşatabilmiş olur. Temel ikinci prensibi hatırlayalım, çocuk başta hayal kırıklığı ve yıkıcı öfke ile ebeveynini sevmeye devam edemeyeceğini hissettiği için aslında onu sevmeye devam edebilmek ve sevgisine karşılık alabilmek için ve tabii en önemlisi bu duyguları hissetmemek için bu deneyimleri bölerek bastırır.
Ben Fairbairn’i çalışırken aklımda hep tek bir soru yankılanıyor sonlara doğru, bağımlılık duygularının verdiği dehşetten de olsa gerek bir yandan :), peki iyi deneyimler, iyi olan nesne ile olan iyi deneyime ne oluyor¿ Fairbairn hatalı olarak iyi nesnenin içselleştirilmediğini çünkü buna ihtiyaç olmadığını vurgulamıştı. Bunu biraz da kendi biyografik hikayesiyle bağlantılı bir umutsuzluk gibi okuyorum ben de David Celani gibi. Çok az ve etkisiz bir deneyimi olduğunu okuyoruz. Mesela Melanie Klein’ın biyografisinde yok bir anneden çok ‘var ama’ bir anne var. O yüzden kuramında iyi nesne ile içeride süren bir bağa dair pek çok şey de var. Fairbairn de bu pek yok.
Yazıya bu yapıların nasıl çalıştığını ve yeni nesne ilişkileri kuramcılarında içeride iyi nesne ile olan kalıcı bir ilişkinin nasıl kurulabileceğinden konuşarak devam edeceğim. Okuduğunuz için teşekkürler, görüşmek üzere.

Yorum bırakın