
Çok erken bir sabah. Lodosun ılık ve güçlü esintisi, hafif hafif aydınlanan göğe rağmen sokak lambalarının dinmeyen turuncusu yeni başlangıçları düşünmeye çağırıyor insanları. Yeni bir başlangıç. Dün bir kelimede durakladım. Kelimeye ingilizce olarak rastladım, insight. Türkçesi içyüz. Önce bu kelimeye nereden geldim ondan bahsedeyim.
Bir zamandır aynı anlatıyı birden fazla kişinin bakışından anlatan ve hepsini dinlerken hem aynı hem bambaşka bir anlatıyı dinliyor gibi hissettiren birkaç romana rastladım. İlgimi çeken hem bu aynılık- başkalık dengesinde, özellikle sahiden, yazarın taraf tutmadığı, anlamaya çalıştığı sahici bir anlatımla karşılaştığımızda, yaşamı zenginleştiren birkaç unsur hissetmem. Kitaplardan bana emanet bu fikir zihnimi kurcalarken bakış açısı, öznellik üzerine düşünmeye başladım. Sheldon Bach’ın ‘nesnel farkındalık ve öznel farkındalık’ la ilgili çok açıklayıcı bir çalışması var. Ruhsallığın var oluşunu bu iki gelişimsel beceri üzerinden anlatıyor. Winnicott’un çalışmalarını, özellikle birincil bütünleşme ve tutma ortamı kavramlarını yakın mercekte inceleyen Bach, anne ve bebeğin başlangıçta bir olma halinin, bu delilik yanılsamasının, büyülü tümgüçlülük oluşumunun çocuğun ‘gerçek ve canlı’ hissetmesinde çok kritik olduğunun altını çiziyor. Bunu Winnicott’un çalışmalarını örnek göstererek şöyle anlatmıştı;
‘Winnicott, egonun bir “birincil bütünleşmeme” durumundan başlayıp bütün bir kişi olarak örgütlenmeye doğru nasıl büyüdüğünü tanımladı. Bu, zaman ve mekanda artan süreklilikle birlikte giderek biriken bir var olma duygusunu, gelişen bir iç tutarlılık ve bir içe sahip olma duygusunu, bir bedende yaşamayı ve genellikle tenle çakışan bir sınıra sahip olmayı ve ‘ben değil’ olandan farklılaşmayı içerir (Winnicott, 1945, 1958, 1962). (Thaler, 2023)
Bu bütünleşme kendimizin ve zamanla herkesin bir içi olduğunu hissetmemize olanak sağlar. Böylelikle dışarıdan gelenlerin bir sınırla karşılaşarak içeriye alınması, biraz depolanması, işlemden geçirilmesi ve sindirilmesi mümkün hale gelir. Bach bir konuşmasında klinikteki çalıştığı insanlardan duyduğu bazı cümleleri örnek vermişti: ‘Hiçbir şey içeride kalmıyor, tutamıyorum’, ‘Benim bir sınırım yok gibi ne derlerse içeri giriyor’, ‘Yalnızca bugüne güvenebilirim, yarın benim için yok gibi’, ‘Elimden kayıp gidiyor sanki her şey, geçmiş yokmuş gibi’
Birincil bütünleşmede yaşanan tüm zorluklar, düşünülemeyen belki yalnızca düşlenebilme izni olan deneyimleri açığa çıkardıkça bu kadar erken döneme ait bir deneyimin üzerine nasıl bir deneyim koyabiliriz diye düşünmeye itiyor insanı. Psikanalitik çalışmanın belki de sırtımızı yaslayabileceğimiz en sağlam kapısı burası. Stephanie Teitelbaum bir eğitimde psikanalitik çalışmada iyileşmenin sadece bir yön olduğunu, bu çalışmanın asıl meselesinin düşünülemez olanı nasıl düşünülebilir kıldığını, hissetmenin çok farklı boyutlarını açtığını söylemişti. Bir tür iç kazı diyebiliriz. Ve onu bu karanlık deneyimleri kazmaya iten cesareti, terapi ilişkisinin bu deneyimleri dönüştürebilme yetisine güvenmesinden kaynaklanıyor. Peki bu birincil bütünleşmedeki olumsuzluklar nasıl yeni bir deneyimle tekrar yaşanabilir?
Belki çok uzun, çok zengin klinik örneklerle anabileceğimiz, her bir örneği kendi öznel keşfi içinde hayretle düşünebileceğimiz deneyimleri Bach terapistlere bir önerisiyle özetliyor.
‘Hastada … temel bir güven bulabilirseniz, sempatik bir uyum hissedin ve yaşayan bir varlık haline gelmesi için onu zihninizde tutun … [bu kişi] sizin dikkatinizle bir arada tutulduğunu hissetmeye başlar ve bunu daha fazla hissetmeye başlar. Ve kendisinin daha fazla parçası anlamlı bir şekilde bağlantılı hale gelmeye başlar. (Bach, 2006)’
Winnicott’un anne-bebek birliğine yaptığı vurgu hasta-terapist birliğine doğru açılır. O yüzden çoğu zaman uygun hasta, uygun terapist değil uygun hasta-terapist birliğinden bahsedilir. Bu birlik birçok kuramcı tarafından çok farklı anlatılıyor. Acaba bir patolojik birlik mi, benzer algılama biçimleri, değer algıları, aktarımsal uyuşmalar vesaire mi yetişkin insanları bu birlik yanılsamasının iyileştirici gücünü deneyimleyebilmeye sevk ediyor? Bunu daha açık bir yazıda ele almak benim için de düşünebilmek açısından güzel olabilir. Belki değil mi, romantik ilişkilerdeki, arkadaşlık ilişkilerindeki birlik yanılsamasını da, aile ilişkilerindeki tamamen ayrıklık yanılsamasını da düşünebilmeliyiz böylece.
Zihinde yaşatmak, canlı tutmak. Gerçek bir ilişki. David Scharff, hastaların terapistlerinin zihinlerinde çok uzun süreler konakladıklarını, bazen süreçlerini tamamlamış da olsalar, bıraksalar da zihinde yerlerinin kaldığından bahsetmişti.
Öznel farkındalık- nesnel farkındalık meselesine tekrar gelecek olursak, terapistler olarak bizler de hastanın hem içini hem dışını birlikte düşünmek, hissetmek durumundayız. İç dünyayı anlamak için oraya davet edilmek, hastanın kendi iradesiyle orada olması, gerektiği gibi kendimizi birincil süreçlerin, deneyimin çok sesli duyu havuzunun hengamesine bırakmamız gerekir. Bunu tek başımıza yapmak şöyle zor, o birlik yanılsamasının inşa edilmesinden sonra bir dış dünyanın inşa edilebilmesi için bazı gelişimsel süreçler yaşanması gerekecek, bunlar için de çok elzem ayrılık, farklılık kapasitelerimizin desteklenmesi önem kazanıyor. Bu da bir süpervizörle çalışarak deneyimleyebileceğimiz bir şey. Böylece bir kişi kendi gelişimsel kapasitesi bunu tolere edene kadar ikame bir iç ve dış sahibi olur.
Öznel farkındalık deneyiminin özelliklerini Bach, yeni yürümeye başlayan, yalan söyleyip kandıran bir çocuğun coşkusunda arar. Şöyle çok tatlı anlatıyor: ‘kendi içinde yaşamanın özgül sevincini ve yoğun heyecanını hissettiği ayrılma-bireyleşmenin “uygulama” alt aşaması sırasında gelişir (Bach, 1998). Yani aslında Winnicott’un bahsettiği birlik, güvenle ayrılabilmek, ayrışabilmek için bir hazırlıktır. Burada düşündüğümüz konu bağlamında zihinlerin birliği, ayrılığı meselesine vurgu yapmakta fayda var. Öznel gerçekliğin oluşumu yeterince güvenli bir ayrışma mümkün olmadığında ve çocuk buna karşı ilkel savunmalarla direnmek durumunda kaldığında çetrefilli bir hal alır. Bach, bu savunmaları tekrar tekrar ele almanın, savunmalara yol açan kaygıları hissedilmeye, düşünebilmeye bir alan açabilmenin öznel farkındalık deneyimini tekrar mümkün kılacak koşulları sağlamaya hizmet edeceğini vurgular.
Bu noktada Winnicott’un bir çöküş korkusu isimli çalışmasına gitti zihnim. Hastanın olacağından endişe ettiği şey zaten yaşamın ilk yıllarında yaşanmıştır. Fakat bilinçten uzak tutmak, hissetmemek, düşünmemek için verilen çaba kaygının yoğunluğu altında iyice gerilmiş haldedir.
Michael Eigen çok sevdiğim bir yazar, kuramcı. Anlayışının insaniyeti benim ayaklarımı her seferinde yere bastırıyor. Terapötik sevgi üzerine konuşurken şundan bahsetmişti ‘son zamanlarda sevgi üzerine düşündüğümde kafamı kurcalayan düşünce alan oluyor. Sevgi bir alandır belki de.’
Cümlelerin sonlarını hep bağlayan o güzel sevgi deneyimine kulak vererek yazıyı da sabah güneşini görmeye başlayarak tamamlayalım.
‘Kendi içimizde genişlik kapasitemizi geliştirmek, diğerlerinin olduğu gibi olmalarına izin vermek anlamına gelir — bu, sevgidir. Bu, şeylerin değişmesini veya dönüşmesini ummadığımız veya dilemediğimiz anlamına gelmez, ancak sevgi, mevcut olanı kabul etmek demektir, onu daha bütün, daha adil, daha genişleyen bir şeye doğru hareket ettirmek eğilimlerimiz olsa bile. İzin vermektir. Esnekliktir.‘ Kyodo Williams – The World Is Our Field of Practice
Yazıya başladığım yere tam olarak dönebildim mi bilemedim gerçi, içyüzü düşünmüştüm, her insan için değişen ve ortaklaşabilen bakış açılarını düşünmüştüm, birbirimizi anlamak ne kadar zor, zahmetli diye düşünmüştüm, nasıl yollar var bunun için diye düşünmüştüm. Sonra lodosun esintisine kaptırıp biraz sıçrayarak geldim sanki sona. Böyle olsun, sevgiler.

Yorum bırakın