“The Blue Bird” (Mavi Kuş) Oyunu ve İçimizde Potansiyel Bir Alan Yaratmak

Geçenlerde “mavi kuş” imgesinin izini sürüyordum. Umut, mutluluk, haber gibi çeşitli anlamlara hizmet etmiş bir imge olmasının yanında, 1908 tarihli meşhur olmuş bir tiyatro oyununa rastladım. 

Maurice Maeterlinck’in The Blue Bird adlı oyunu,  oduncu kulübesinde yaşayan iki kardeşin bir gece uykuya daldıktan sonra, kapılarında beliren bir perinin onlardan hasta kızının iyileşmesi için ihtiyaç duyduğu “mavi kuşu” bulmalarını istemesi ve çocuklara sihirli bir şapka vermesi ile başlayan bir oyundur.  Anne ve babaları yan odada uykuda iken iki kardeş, başka nelerin büyülü bir ruha sahip olduğunu merak ederek yolculuklarına başlarlar. Su, ekmek, ateş gibi rüya aleminde ruh bulan canlılarla birlikte mavi kuşu aramaya çıkarlar. 

Yolculukları, “Geçmişin Ülkesi”, Gecenin Sarayı”, “Orman”, “Mutluluklar Ülkesi” ve “Gelecek Ülkesi” gibi ruhsallığın farklı atmosferlerine hizmet eden alanlarda sürer. Ölülerle karşılaştıkları “Geçmişin Ülkesi’nde” kaybettikleri büyük anne ve büyük babalarının hayaletleri ile karşılaşırlar. Onlardan devraldıkları ve ruhsallıklarında hala etkisi devam eden koruma ve kapsama işlevlerini anlatırlar. Aidiyet ve ünsiyet duygu onları çevrelerken, “Gecenin Sarayı’nda” dünyanın bazı gerçeklikleri ile karşılaşırlar. Salgın hastalıklar, savaş ve suçlar hortlaklara ve canavarlara dönüşür. Çocuklar korkularıyla yüzleşirler.

Orman’ın” içinde büyük bir mahkeme onları beklemektedir. Sanki kendi içlerindeki saldırganlığı Gecenin Ülkesi’nde keşfettikten sonra onun dışarıya yansımalarını görebildikleri bir ülkedir burası. Özellikle çevrenin-doğanın (annesel çevrenin) hem dostça hem de yabancı yanlarıyla karşılaşan çocuklar, çiftedeğerlik ülkelerine adım atmış olurlar ve bu ikilemin zorluğu ile yüzleşirler.

Mutluluklar Ülkesi’nde” bütün mutlulukları insan biçimine dönüşmüş şekilde görürler. Yeme–içme, zenginlik, dans , güneş, tembellik gibi pek çok mutluluk vardır. Çocuklar çok heyecanlanır ve neşelenir. Fakat peri onları burada uyarır. Bu mutlulukların iyi olduğunu fakat mavi kuşun burada olmadığını söyler. Onlara mutluluğun kendisinden çok mutluluğu hissedebilecek bir ruhsallığın önemi vurgusunu hatırlatır.

Ve son olarak “Gelecek Ülkesi’nde” umut ve yeni potansiyellerle dolu yeni yaşamlarla karşılaşırlar.

-“Burada henüz doğmamış çocuklar var. Onlar uyuyorlar ama içinde büyük umutlar taşıyorlar. Dünya onlarla dolup taşacak, yaşam devam edecek.”

Mavi kuş ise bütün bu yolculukta bazen uzaktan kuyruğu görünen, boynu saran hafif bir meltemde hissedilen, yolları aydınlatan bir ışıkta keşfedilen sembolik ve atmosferik bir sembol olarak hissedilir. 

Bütün bu  yolculuk, Winnicott’un (1971) “potansiyel alan” kavramıyla güçlü bir özdeşlik taşır. Potansiyel alan, gerçeklik ve düşlem arasında kişisel yaratıcılığın ve oyunun gelişebileceği bir ara bölgedir. Winnicott bunu, çok güzel bir şekilde anlatır: bir çocuğa oynadığı bebeğinin gerçekten mi şakacıktan mı canlı olduğu sorulursa oyun alanı çöker, böyle bir soru sorulamaz, der. Yaşam boyu böyle içsel bir  potansiyel alana sahip olmak bizi anlama dayalı, öyküsel, esnek, renkli ve özgün kılar. Winnicott bu durumdan, dış çevredeki uyaranlar olmadığında bile içeride dinlenilebilecek, sığınılabilecek bir alanın mümkün olması, olarak bahseder. Ve elbette bunun yaşamın başında anne-bebek birliğinin eş çabası ile yaratıldığını söyler. Çağdaş nesne ilişkileri kuramcılarından (özellikle Kernberg) biliyoruz ki bu anne- bebek temsilleri yetişkin bir kişide yaşamaya devam etmektedir. Bir yetişkinin içinde hem anne hem bebek hem de ikisini birbirine bağlayan çeşitli duygulanımlar canlı olarak sürmektedir. Bazen zorlayıcı yaşam koşullarında, bu potansiyel alan çöker. Psikopatolojiyi de aslında birçok kuramcı iç ve dış gerçekliğin esnek ve geçirgen diyalektiğindeki kopukluklar veya daha ağır olarak çökmesi olarak yorumlar.

Tyltyl ve Mytyl’nin yolculuğu da tam olarak böyle bir ara dünyada gerçekleşir; gerçek ve hayal iç içedir, çocuklar yaratıcılıklarını kullanarak anlam ararlar, kendilerine bir iç dünya inşa ederler. Ve elbette bu iç dünya hem korkuların, belirsizliklerin, kaygıların hem de umudun, coşkunun ve hazzın yuvasıdır. 

Öte yandan, Frances Tustin’in “otistik nesne” kavramını da bu oyunu dinlerken sıkça düşündüm. Tustin genel anlamda otistik nesne kavramını,  kişinin duyusal deneyimlere tutunarak kendini düzenleme ve sakinleştirme yöntemi olarak açıklar. Oyundaki çocukların sıcak ekmek, yumuşak kumaş gibi nesnelerle kurdukları bağ, zor zamanlarda benliği sarıp sarmalasın, bir sınır çizsin veya canlılık uyarımı yaratsın diye inşa ettikleri bir ilişkidir. Potansiyel alan da bu duyu izleriyle şekillenir. Hayatlarımızda da bizler, stres anlarında kendimizi güvende hissettiren dokulara, seslere veya kokulara ve hatta bunların düşlerine yöneliriz. Çok yoğuk bir kış gününde yanan bir sobayı düşlemek içimizi ısıtır. 

Kahramanlarımıza son kez dönelim, bir uyanırlar ki mavi bir kuş evlerinin içinde duruyor.

Tyltyl: “Uzaklara, çok uzaklara gittik ama mavi kuş aslında başından beri buradaydı, kendi evimizde.”

Mytyl: “O hiçbir zaman kaybolmamıştı—içimizdeydi, dostluğumuzun sıcaklığında ve evimizin kalbindeydi.”

(Alıntılar farklı versiyonlarına göre değişebilir.)

The Blue Bird (Mavi Kuş) bize, arayışımız hakkında çok şey söylüyor. Kendi ruhsallığımızda  yaratabileceğimiz potansiyelimize ışık tutuyor. Hem zihinsel hem de duyusal düzeyde güvenli ve yaratıcılığa müsait alanlar kurarak zor zamanlarda kendimizi koruyabileceğimizi gösteriyor. Bu da dayanıklılığımızın temelidir. 

Yorum bırakın