
“Nesnesini düşünmediğimiz için var olan bir korku mu duyuyoruz sonunda?
Mercier’nin Lizbon’da Gece Treni’nde geçen bu cümle, içsel sorularımızın bize açacağı kapılardan korkan yanlarımızı dürtüyor.
Raimund Gregorius Bern’de yaşayan 57 yaşında bir klasik diller öğretmeni. Her sabah olduğu gibi okula giderken köprünün korkuluklarında kendini boşluğa bırakmak üzere olan kırmızı paltolu bir kadın görür. Ona uzanır,dokunur, yola davet eder. Bu sahne, kadının birden ortadan kaybolmasıyla bir düş sürati içindedir. Gregorius’un zihninde kadının sesi, köprü, korkuluk, Bern’in griliğinde parlayan kırmızı palto birleşerek bir çağrışım ağı oluşturur. Bu çağrışım ağını temsil eden portekizceye ait bir tınıdır.
Mesleğini liseden beri kararlılıkla sürdüren ve ilişkilerinden de az çok memnun görünen bu adamı biraz tanımaya başladığımızda, bu düş anının onda neler araladığını biz de düşünelim.
Başka bir işle meşgul olmak arzusu mu? Başka bir kadınla? Veya başka bir şehirde yaşamak? Gregorius bizi yüzeyde bırakan bu sorulardan uzaklaştırır. Çünkü sonrasında o gün ders anlatmaya başlayacağı sırada sınıfa bakar ve gerçekten ilgilendiği, hayatında yeri olan bir dolu öğrenciyi görür. Bütün bu genç insanların onları bekleyen yaşam fırsatlarını düşünür. Sonra kendi hayatında düşünülmeyen arzularının, korkularının ve olasılıklarının yarattığı bir boşluğa düşüverir. Bu boşluktaki telaş ile derse daha başlamadan okulu terk eder ve sabahki çağrışım ağının izini sürerek bir kitapçıya girer.
Orada Gregorius, Amadeu de Prado’nun yazdığı “Um Ourives das Palavras” (Kelimelerin Kuyumcusu) isimli portekizce bir kitap ile karşılaşır. Daha ilk karşılaşmada kitapta geçen “Dile getirilmemiş bütün o deneyimlerin arasında hayatımıza belli etmeden biçimini, rengini ve tınısını verenler de vardır. İçimizde olanın ancak küçük bir kısmını yaşayabiliyorsak gerisine ne oluyor?” cümleleri az önde sınıfın ortasında içinde açılan o boşluğa dolar. Bu doluluk, ışıltı ve heyecan kendi hayatının olasılıkları… Lizbon’a bir tren bileti alarak düşünülmemiş olanı aramak üzerine yola çıkar. Bu yolda yalnız hissetmemektedir çünkü kitabın yazarı Prado’nun hayatını bir geçiş nesnesi gibi kullanır. Kitap Prado’nun kendi hayatından, sorularından ve arzularından izler taşır. Bu eşlik sonralarda adeta bir içsel baba -oğul çiftinin çatışmaları, arzuları ve soruları etrafında şekillenir.
Lizbon’da Gece Treni, hepimize açacak çok güzel soruları olan bir kitap. Yalnızca yaşamımızdaki somut değişiklikler değil, içimizde hayatı, insanları ve kendimizi nasıl tanıdığımız üzerine de düşündürür. Yaşam olasılıkları üzerine düşünebilmenin özgürlüğü, Gregorius’un da yaşadığı gibi hasret, pişmanlık ve korkunun açtığı boşluğa kendimizi bırakabilmekle mümkün. Bunun da hiçbir zaman yapayalnız bir yolculuk olamayacağını bu kitapta Prado’nun içsel hayaletiyle yoldaşlık yaparak Gregorius bize göstermiş oldu.
Christopher Bollas (1987), The Shadow of the Object adlı eserinde, kişinin içsel dünyasında henüz düşünceye dönüşmemiş ama varlığını hissettiren deneyim (duyu,duygu, düşünce, eylem) alanlarına dikkat çeker. Ona göre insanın erken nesne ilişkilerinde edindiği yaşantıların bir kısmı söze dökülmez, bilinçdışında “bilinmeden bilinir” halde kalır. Bollas bu alanı “the unthought known” (düşünülmemiş bilinen) olarak isimlendirir.
Kişi, hayatının ilerleyen dönemlerinde yeni bir nesneyle karşılaştığında —bu nesne bir kişi, bir sanat eseri, bir dil veya bir kültür olabilir— daha önce ifade edemediği bu yaşantılar harekete geçer. İşte bu süreç, Bollas’ın “bilinmeyenin dönüşümü” (transformation in the encounter with the object) dediği şeydir. Nesneyle temas, bilinçdışındaki ham yaşantıları dönüştürür; onlara bir biçim, bir temsil ve düşünce alanı kazandırır.
Gregorius’un köprüdeki kadınla karşılaşması ve kitapçıda Amadeu de Prado’nun metinlerini bulması, onda daha önce dile gelmemiş bir içsel yankıyı harekete geçirir. Prado’nun kelimeleri Gregorius’un “düşünülmemiş bilinenlerini” çağırır; kendi hayatına dair ifade edemediği duygular, bu yeni nesne aracılığıyla dönüşerek bilince taşınır.
Bollas bu düşünülmemiş bilinenlerin, bize yalnızca ayak bağı değil (tekrar zorlantısı gibi) ışık ve potansiyel olacağını da vurguluyor. Aydınlık yarınlara.
Yorum bırakın