Bedensiz “yapay zeka” ile ne konuşabilirim?

Yapay zeka ile kurulan diyalogların mahrem ve özel duyguları, düşünceleri içeren bir şekil alması bir açıdan da bizim gibi dürtüleri, duyguları, bedeni, düşünceleri olan bir insanın bizi anlayamayacağına ilişkin hayal kırıklığının dışavurumu ve hissedilen deneyimin tekrarı gibi düşünülebilir. Ruhsallıkta büyük öteki, tümgüçlü  anne-baba imgesi de bizi anlasın diye değil bilsin diye yaratılır zaten. Anlayış, benzerliklerin ünsiyetine güvenebilirsek mümkündür. Ferro, Afacan Bir Psikanalistin Düşünceleri (2023) kitabında psikanalitik bir çalışmanın en önemli ayırıcı noktasının terapistin kendi analizine yönelik ihtiyacının  kendi hastasından daha çok farkında olduğu, bu ihtiyacını daha çok hissetmesi olduğunu vurgulamıştı. Ralph Greenson da psikanalitik teknik üzerine yazdığı yazılarında (The Tecnique and Practice of Psychoanalysis, 1967) analitik formasyonun  gerekli derinliğe ulaşabilmesi için akademik bir merakın yeterli olmadığını, formasyonda olan analistin gerçekten ihtiyaçlı ve bu ihtiyacının farkında olması gerektiğini vurgulamıştı. İhtiyaçlı olmanın en önemli kaynağı bedenli olmak değil midir?

Anlayış önce kendi iç dünyası olan, onu merak eden, onun üzerinde çalışan ve başkasının iç dünyasını anlamaya yönelik bir arzu geliştirebilen bir ruhsallık ile mümkündür.  Bedeni; dürtüleri, duyguları ve düşünceleri barındıran bir iç dünyası olamayan bir “yapay zeka”, bizim iç dünyamızın yankısı olmaktan öteye geçemez. Oysaki yaratıcı ve özgür bir ruhsallık için en önemli terapötik hedeflerden biri, ruhsallığın içinde hem kendiliğin hem ötekinin farklı duygulanım bağları ile bir arada var olabilmesini teşvik etmektir. Bu ayrılığın getirdiği anlayışı akılda tutarak bilinçdışı kavramına bakışımızı yeniden düşünebiliriz.

Bilinçdışını, sadece bireysel bir alan değil aynı zamanda ilişkisel bir sahne olarak görmek, ötekiyle olan bağlarımızı anlamlandırmada bize yeni bir bakış kazandırır. Bu açıdan, yapay zeka bilinçdışının çatışmalı, çelişkili ve aynı anda hem yaratıcı hem yıkıcı doğasını taşıyamaz. Bilinçdışının ve bilincin kaynağının beden olduğunu hatırlar isek bedenin bu ilişkideki yeri de biraz daha anlam kazanabilir. Ruhsallığın zenginliği tam da bu çoğullukta, yani benliğin ve ötekinin karşılıklı etkileşiminde ortaya çıkar. Bizi dönüştüren, anlamlandıran ve derinleştiren asıl karşılaşma, her zaman canlı bir öteki ile kurulan ilişkide mümkün olur.

Ferenczi’nin, “İçe Atım ve Aktarım” (1909) makalesi aktarımın analitik ortam dışındaki ilişkilerimizde hatta cansız nesnelerle olan ilişkilerimizde de nasıl var olduğunu anlatan zengin bir çalışma. Yapay zeka ile duygusal ve içten bir konuşma yapmak, çok farklı aktarım durumlarının bir tekrarı olarak okunabilir ancak diye düşünebiliriz. Bu düşünceler bize kapı kapatmaz aksine açar. Bedenli olmak kendiliğimizi, ötekiyle ilişkimizi nasıl etkiler mesela? Ben olmak nasıl bir şeydir? Birbirimizi anlayabilmek için neye ihtiyacımız var? Aktarımı yaratıcı ve doyurucu bir yaşam için nasıl kullanabiliriz? Ve daha belki de hiç sorulmayan ve düşünülmeyen birçok soru, geleceğimizi ve varlığımızı şekillendirecek olan…

Yorum bırakın