Cevapları anlatılarda saklı sorular

Çocuklar biraz büyümeye başladıklarında dünyaya dair belirsizlikleri yoğun bir merak duygusuyla araştırdıkları uzun bir dönemden geçerler. Bu soruları kendi çocukluklarında bırakmış ya da farklı şekillerde sormaya devam eden yetişkinler olarak bizler, bazen bu sorular karşısında endişe duyabiliriz. Cevabı olmayan ya da birden fazla cevabı olabilecek sorular nasıl düşünülebilir? Bazen bu belirsizliğe uyanan endişemizi bastırmak için çok kesin yanıtlar vermeye çalışırız; bazen de, bize fazla ağır geldiğinde soruyu savuşturur ve yok sayarız.

Oysa çocuklardan ,ve belki de kendi çocukluğumuzdan, gelen bu soruların amacı çoğu zaman net bir cevaba ulaşmak değildir. Çocukluğunuzdan hatırlarsanız, bir çocuğun asıl talebi merakını paylaşabileceği, kendi merakından korkmayan, onunla birlikte düşünebilecek bir yetişkinin varlığıdır. Çocuğun ihtiyaç duyduğu şey, sorularını başka bir zihinle paylaşabileceğini bilmektir. Hazırcevap olmak ya da tamamen ilgisiz kalmak, çocuğun merakını ve dolayısıyla dünyanın belirsizliğini gitgide daha kaygı verici bir biçimde deneyimlemesine neden olabilir.

Yetişkinler olarak da aslında bu durum bizim için çok farklı değildir. Dünyadaki her sorunun ya somut ve net cevapları olduğunu ya da sorulamayacak kadar ürkütücü olduğunu düşündüğümüz her noktada kendimizi ketlemiş oluruz. Oysa “Bir hayat nasıl olmalı?”, “Bir insan nasıl yaşamalı?”, “Neyi arzulamalıyız?” gibi soruların her biri kişisel bir anlatıyı zorunlu kılar. Psikanalitik yaklaşım bu anlamda kendi sorularımızdan açılan bir anlatı kapasitesidir. Ve belki de bu yüzden her birimizin yaşadığı hayat, kendi sorularının cevabını arayan bir hikâye olarak düşünülmeye, anlatılmaya ve en önemlisi yaşanmaya değer.

Yorum bırakın