Birincil sahne düşlemi, yeniden doğmak: 18 Hediye (2020)

Film, karnındaki bebeğine duygusal yatırımı yoğun olan bir annenin kansere yakalanması ve doğumdan hemen sonra hayatını kaybetmesini anlatan bir hikaye ile başlıyor. Anne, gebelik süresi boyunca doğacak kızı Anna için on sekiz yıl boyunca her yaşına özel, Anna’nın babasının ulaştıracağı bir hediye silsilesi planlıyor. İkinci yaş gününde şu olsun, beşinci geldiğinde nasıl bir çocuk olur acaba? Neyi sever? Yüzme kursu hediye etsem hoşuna gider mi? On beşinci yaş gününde bir elbise hediye etsem… Acaba kızı kaç beden giyer? Modelini beğenir mi? Annesinin düşünsel olarak uğraşı Anna’nın düşlemsel varlığını iyice pekiştirir, annesinin zihnindeki kalıcı varlığı annesi olmadığında bile Winnicott’un (1965) kavramıyla  onu “tutmaya”  devam edecektir. Hatta Anna, geçmişe, annesinin kendisine hamile olduğu bir sahneye döndüğünde annesinin gözlerine hayretle bakarak “onu tanımıyorsun, onunla ilgili şeyleri nasıl bilebilirsin?” diye sorduğunda annesi sadece “hayal ediyorum” diye cevap veriyor. Bu sahne anne-çocuk çiftinin düşlemsel birliğini yansıtan güzel bir sahne idi.

Fakat Anna için, annesi vefat ettikten sonra babası aracılığıyla teslim aldığı hediyeler o bağı  hissettirmemektedir, aksine olmayan bir temsilin olmadığını daha yıkıcı biçimde hissettirmektedir. 

Filmdeki konu ve işleyiş bize ilk sahne düşlemini hatırlatıyor. Özellikle de Andre Green’in bahsettiği (1986) ilk sahne düşleminin boş, temsile uygun duygulanımsal zenginlikten mahrum kalmasından ve bu durumun yarattığı ruhsal ölülükten bahsettiği kuramsal alanı.

Film bu anlamda, birincil sahne düşleminin ruhsallığı kurucu işlevini bolca işler. Ancak bu, klasik Freudcu perspektifteki ödipus karmaşası çerçevesinde, ebeveyn-çocuk çiftinin kastrasyonunu karşılıklı olarak kabul etmesiyle kurulan üçlü iç dünya üzerinden değil; Green’in yaklaşımında olduğu gibi, eksik ve boş kalan temsilleri tamamlamaya yönelik, anne-çocuk ilişkisinde yaratılan zengin içsel çiftlik üzerinden gerçekleşir (Green, 1986). Anna’nın deneyimi, kayıp, arkada/dışarıda bırakılmışlık ve kıskançlık gibi duygulanımların temsilleşmesi ve düşlem aracılığıyla, filmin zamana yönelik fantastik biçimlendirilmesi ile de pekişerek, işlenmesi üzerinden ruhsal işleyişini yeniden kurmasını sağlar. Ve tam da Winnicott’un vurguladığı gibi, ancak anne-bebek çiftindeki yeterince iyi bir birleşme, uygun ve özgürleştirici bir ayrımı doğuruyor. İşte tam da bu yeniden doğum, filmde çok güzel temsil ediliyor. 

İlk sahne düşlemi, çocuğun kendi var oluşunu çiftlik-üçüncülük düzleminde yeniden kurmaya çalışmasıyla ilgilidir. Freud (1910) için bu sahne, çocuğun kendisinin hem olduğu hem olmadığı ama olageldiği bir sahneye yönelik yoğun uğraşını temsil eder. Düşlem, basitçe, çocuğun kendisinin düşlemsel bir var oluştan gerçekliğe geliş sürecinde aslında, ikili bir ilişkinin içinde üçüncü olduğunu, anne-baba çiftinin kendisinden ayrı mahrem bir yaşantıları olduğunu kabul ederek kendi özgün varlığını kabul edebilmesiyle karakterizedir.

İlk sahne düşlemi sadece çocuğun gözlemlediği veya hayal ettiği bir olay değildir. Düşlem aynı zamanda çocuğun bu düşlemi ne kadar işleyebildiği, onunla ne kadar çatıştığı ve düşlem aracılığıyla hangi duygulanımları temsil edebildiği gibi unsurlarla ruhsallığın kurulumunu belirler. Düşlem içinde ortaya çıkan dışarıda bırakılma, ihanete uğrama ve kıskançlık gibi yoğun duygular, zihinde temsilleşme sürecine tabi tutuldukça, her sınırın yeni gerçeklikleri mümkün kılması gibi, çocuğun içsel dünyasında bir düzen kurulur. 

Freud’un klasik tanımıyla, birincil sahne çocuğun ödipal çatışmalarını ve libidinal merakını düzenlerken, bu duygulanımların temsil edilebilirliği ruhsallığın gelişimi için kritik bir işlev görür (Freud, 1910). 

Green’in yaklaşımında ise, düşlemin işlenememesi veya temsil kapasitesinin zayıf olması, ruhsal bir boşluğa hatta ölülüğe yol açar (Green, 1986). Anna’nın depresyonu böyle bir kuramsal temele yakın gibi duruyor. Dolayısıyla, ilk sahne düşlemi ne kadar yoğun, çatışmalı ve duygulanım açısından zenginse ruhsallığın temsile dayalı örgütlenmesi o kadar güçlü biçimde şekillenir. Film, vurguladığı fantastik öğeler ve bütün tanıklığın aslında hastane odasında gerçekleşen bir düş olduğunu gösterdiği için düşlemin imgesel doğasını ihlal etmeden güzel bir anlatı sunuyor.

Yorum bırakın